21 Ocak 2017 Cumartesi

Masallardan çıkma şehir: Colmar

2012'de gelmiş bir yazı yazmış sonra 2013'te gelip bir daha yazmışım ve o gün bu gündür sırra kadem basmışım! Daha o zaman öğrenciydim, Barcelona'yı çok sevmiştim kalabilir miydim bilmiyorum. Kalmak için neleri göze alacağımdan habersizdim, başıma geleceklerden de. Ama olan oldu, geçen geçti ve yıl 2017 itibariyle karşınızdayım, ta taam! Üstelik kapı gibi çalışma iznimle 😊
Tutamayacağım sözler vermek istemem, bir daha gelir ne zaman yazarım onu da bilmiyorum, ama başlayalım bugün bir ucundan bakalım.

Yılbaşı planımı 2 ay öncesinden yapmıştım. Bu 2 ay içinde öyle çok değişikliğe uğradı ki anlatamam. Meltemle yılbaşını beraber geçirelim dedik. Meltem Colmar'ı önerdi. Fransa'nın şaraplarıyla ünlü Alsace bölgesinde çok tatlı bir şehir. Ben fotoğrafları görür görmez ikna oldum ve biletimi aldım ama Meltem yoluna çıkan işler nedeniyle gelemedi ve ben de yalnız giderim diye düşünürken, planlar yine son anda değişti ve Ayhan ve ailesi dahil oldu. Böylelikle hem aile sıcaklığında, hem de yeni bir yer görmeli tatilim olmuş oldu. Bu arada şu ayrıntıyı atlamamak gerek, Meltem kendisi gelmemesine rağmen kendi önerdiği Colmar'a gidecek olmama şöyle yorum yorum yaptı: ''Ben hayal ediyorum, sen yapıyosun Melikem'' 😂

Şimdi biraz yolculuk detaylarını anlatayım. Colmar'a direk uçuş var mı bilmiyorum. Ben öncelikle Basel' e uçtum. İsviçre'nin topraklarına, hep aktarmalı gittiğim uçaklar sayesinde havaalanlarında ayak basmıştım. İlk defa bir şehrini görme fırsatım oldu. Basel İsviçre'nin 3. büyük kenti. Novartis ve Roche gibi önemli ilaç firmalarının doğduğu ve ana merkezlerinin olduğu yer. Dahası kişi başına düşen yüksek gelir sebebiyle de en zengin şehri. Aynı zamanda ülkenin kültür başkenti. Elini sallasan müzeye değiyor. Müze demişken Basel'e iner inmez ne yaptığımı anlatayım. Beni tanıyanlar iyi bilir, seyahat öncesi ben çılgın gibi araştırma yaparım - şehrin iyi restoranları, müzeleri, sanat galerileri, lokal mekanları, caz kulüpleri vs. hepsini bir kenara not ederim. Bu gezi için deli gibi not çıkarmadım çünkü birincisi zaten toplamda 4 günlüktü, dahası zaten gezecek çok yer vardı, ne kadarı yetişirse mantığıyla davrandım. Basel için Art Basel 'i not almışım. Ve fakat bu Art Basel benim aklımda fuar, telefonumdaki notlarımda ise müze diye geçiyor. Sonuç? Biz müzeye gittik (tabi tabi müze), kapı duvarı gördük! Azıcık akıllılık yapıp gitmeden internet sitesini biraz incelesem bunun bir fuar olduğunu ve haziran 2017'de olacağını görecekmişim ama seyahat heyecanıma verin..

Bu hayal kırıklığının ardından bizi ancak sıcak içecekler kendimize getirebilirdi. Kahvaltılarının çok güzel olduğunu duyduğum Les Gareçons'un yolunu tuttuk. Yüksek tavanları, koca minderli salonları ile bence Basel'de mutlaka gidilmesi gereken kafelerin başında geliyor.


Enerji toplayınca bir müze gezmeye hak kazanmıştık. Ayhan da ben de müzeleri çok sevdiğimizden, gittiğimiz şehirlerin mutlaka iyi müzelerini gezeriz. Ayhan buna ek olarak Sunay Abisinden (Sunay Akın) dolayı eğer oyuncak müzesi varsa kaçırmaz. Basel'deki oyuncak müzesi ilk hedefti. Şehrin tam merkezinde tatlı bir binada oyuncak müzesi. 2500'ü aşkın oyuncak ayı ile de Avrupa'nın en büyük oyuncak ayı koleksiyonuna sahip. Benim ilgimi en çok minyatür mutfak ve ekipmanları çekti. Çok minnoşlardı ❤


Oyuncak müzesinden sonra bir diğer müzeye geçmeden bir mola daha verelim dedik ve dünyalar tatlısı bir dükkana pastel renkler içinde oturmaya ve cupcake yemeye gittik. Adı: Cupcake Affair. Orada yediğim passion fruit cupcake 'i kolay kolay unutabileceğimi sanmıyorum (passion fruit, Türkçe'de çarkıfelekmiş, iyi mi).  Çayımı bitiremeden koştur koştur müzeye gittik: Jean Tinguely müzesi.  Gerçek bir mucit olan Tinguely'nin elinden çıkan günümüz makinelerinin basit hallerini ağzımız açıkta izledik.


Akşam vakti gelip çatınca, biz de Colmar'daki otelimize doğru yola çıktık. Akşam bir heyecan, donan totolara aldırmadan christmas marketi dolaştık. Colmar tarihte Almanya ve Fransa arasında bir türlü paylaşılamayan bir bölge olduğundan, pek çok savaşa konu olmuş. Şimdi de okullarda hem Almanca hem de Fransıca eğitimi veriliyormuş. İsviçre, Almanya ve Fransa sınırında kalan Colmar'dan biraz uzaklaşsanız başka bir ülkeye adım atmanın zevkini yaşıyorsunuz ve galiba biz bu zevki sonuna kadar zorladık. Sabah erkenden kalkıp Strasbourg yollarına düştük. Colmar - Strasbourg arası şirin mi şirin köylerle dolu bir yol. Bunlardan bazıları Eguisheim, Riquewihr, Obernai ve Ribeauvile. Birbirlerine çok çok benziyorlar. Biz ilk ikisini dolaştık ve gözlerimiz bayram etti. Safranbolu'ya hiç gittiniz mi? İşte Safranbolu evlerinin rengarenk olduğunu hayal edin. Cumbalı gökkuşağı evler 💙 



Strasbourg'da katedrali dolaş-mum yak-dilek dile üçlüsünü de içeren hızlı bir tur attıktan sonra hem üşüdüğümüzden hem de artık acıktığımızdan Colmar'a dönüp La Pergola adında bir fransız restoranında akşam yemeği yedik. Tahmin edersinizki şarap harikaydı. Biz yemek seçimi olarak yanlış bir seçim yaptık ama siz bizim yaptığımızı yapmayın, onun yerine hepimizin gözü kalan bölgeye özgü Tarte Flambee yiyin. Odun ateşinde yapılmış incecik bir pizza bu. Bölge şaraplarının ünlüleri beyaz ve pembe. Kışın ve kırmızı etin yanında hafif kalacağından biz yine kırmızı şarabımızı aldık. 

Gitmeden okuduklarımdan Colmar'ın epey küçük olduğunu tahmin ediyordum. Beklentimi çok düşük tutmuş olacağım ki bana epey bir büyük geldi, gez gez bitmedi. Petit Venice adlı bölgede çektiğim fotoğraflara sürekli bakmaktan kendimi alıkoyamıyorum.


Bence gezinin en enteresan kısmı yılbaşı günüydü. 30 aralıkta Colmar'da Ayhanla gezerken Fransızlarla sohbet ettik ve ertesi gün her tarafın kapalı olacağını, kutlama için açık yer bulmamızın çok zor olacağını söylediler. Biz de 'hadi biz turistiz, siz napacaksınız, herkes evde mi geçirecek??' diye sorunca cevapları aynen şu oldu: 'yoo Fransızlar çalışmaz ama Almanlar hep çalışır, Almanya'ya geçeceğiz' 😊 Tüyoyu almıştık. Ertesi gün Fransızlara uyduk ve yılbaşı yemeğimizi Freigburg'da süper tatlı bir Vietnam restoranında yedik. Adını söylemeden edemeyeceğim: Jade Palace. Olur ya bir gün yolunuz düşer Freigburg'a - bilmiyorum hangi yol neden düşer oraya ama mutlaka enfes yemeklerini deneyin. Dahası ben Asya insanın kibarlığının, hizmet kalitesinin hastasıyım. Restoranda bunu sonuna kadar yaşadık.

Genel olarak geziye dair unutmadan düşmek istediğim bir kaç not var:

* Ekler kelimesinin Fransızca'da eclair'den geldiğini biliyor muydunuz? Fransa'da bol bol yiyin, biz öyle yaptık.


* Colmar sokaklarında kışın sıcak şarap içmeden dönmeyin, böyle bir iç ısınması olamaz 🍷


* Colmar'daki ünlü Kafalar Evi yani Kopfhaus yerine Basel'deki Rathause yani belediye binasının ihtişamına vurulun.


2017 yılına güzel bir başlangıç oldu. Bu yıl artık bloguma geri dönme, daha çok okuma ve daha çok yazma kararı aldım. Haydi rastgele!

29 Mart 2013 Cuma

Back to life

Ben bu Akdeniz şehrine gelmeye bir bahar günü karar verdim. O zamanki erkek arkadaşımla 4 günlüğüne tatile gelecektim, o ‘gelemiyorum’ deyince ben de kendim atladım geldim. Her saniyesi dolu dolu geçti o kısacık Barselona gezimin ve dönüşte uçağımın kalkmasını beklerken bir karar verdim. Ne yapıp edip yeniden gelecektim.
Dedilerki, ‘gül gibi işin var, evini kurdun, düzenli gittiğin kurslar var’..’Ailen burada, arkadaşların burada’ dediler. ‘Yaşın kaç oldu burada master yap’ dediler. Kafam karışmadı mı, karıştı hem de deliler gibi. Ben sanırdımki o zaman gözü karayım. Bilmiyordum daha her gün daha da çok karartabileceğimi.

Ben bu Akdeniz şehrine, ‘bir arkadaşa bakıp çıkacaktım’ bahanesiyle geldim evet de, bırakamadım kalıverdim işte. Geçen yıl mart ayıydı en son bloga geldiğim. Valencia’daki Las Fallas festivalinden yeni dönmüştüm. Sonrasında vizelerim başladı, sonra teyzem yanıma geldi, hemen arkasından Avusturya-Viyana, Bilbao, Holanda-Amsterdam, Belçika-Brüksel ve Bruges, Fransa-Toulouse, Çek Cumhurıyeti-Prag gezilerine başladık arkadaşlarla. Bir dolu anı, fotoğraf.. Sonra Türkiye’den arkadaşlarım geldiler yanıma.. Bütün bir yaz tez yazmakla geçti diyebilirim. Bir yandan da iş arıyordum, geri dönmek fikri üstüme yürüdükçe ben daha da çok hırslandım. Tez savunması eylüldeydi. Sonrasında zorunlu stajımı yapmak için bir şirket buldum ve 3 aylık stajyerlik sonrasında işe alındığımı öğrenmek yılın en güzel hediyesiydi bana.
Artık yavaştan işlerimi yoluna koyuyorum. Hayatımın rutinini oturtmaya da çok uzak değilim. O yüzden ‘artık vaktidir’ dedim ve kesin dönüşle burdayım. Yazamadığım gezileri vakit buldukça hazırlayacağım, ama önce notlarını karıştırmam fotoğraflara bakıp hatırlamam gerek..O yüzden yakında yaptığım bir seyahatle kaldığım yerden devam edeyim diyorum.
Bak şimdi ne diyeceğim.. Bu hep niye böyle oluyor bilmiyorum ama yakın zamanda ayrıldığım erkek arkadaşım sözde buraya gelecekti ve biz onunla Malaga’ya gidecektik. Ben önceden bilet alma işine alışalı yıllar oldu. 4 ay öncesinden bilet alabiliyorum ve zamanı gelince keyfini çıkarmak bana düşen. Ama her zaman evdeki hesap çarşıya uymuyor. Bilet aldıktan bilmem ne kadar zaman sonra ayrılınca, ben de planımı bozmadım. 3 günlük Malaga gezim için aynı heyecanımı korudum.

Cuma günü çalışmayacağımdan Perşembe günü işten epey geç çıkmak zorunda kaldım ve eve geldiğimde bitik haldeydim. Üstelik evde de yapılacak işler vardı. Benim için minik bir valiz hazırlamak da çok kısa süren bir eylem değil. En aza indirgememe rağmen anladımki maksimum 2 saatlik uykuyla havalimanına gideceğim. Bu arada İspanya haritasını açarsanız göreceksinizki Malaga İspanyanın en güneyinde. Bizim Antalya gibi. Tam her şey hazır derken bir baktımki para çekmeyi unutmuşum. Tamam dedim sorun yok, nasılsa otobüsle gideceğim alana, ordan çekerim atmlerden. 2 saat sonra gözlerimin tamamını açamadan yola koyuldum. Havalimanında Ryanair’in damgasını aldıktan sonra hemen atmlere yöneldim. Ama bir sorun çıktı ve ‘geçiçi olarak hizmet veremiyoruz’ dedi denediğim tüm atmler! Tamam, dedim, sakin olayım. Malaga da kocaman şehir, oradada limandan çekerim parayı. Yine de içime bir ince korku düşmedi değil. Neyse Malaga’ya indi benim uçak, hatırlamıyorum ne zaman kalktık da ne zaman indik, öyle bir uykusuz ve yorgunum. Tabi aklım atmde. Gittim 5 atm denedim, yok para vermiyor, geçici bir sorun var diyor da başka bir şey demiyor. Bankamın adı Santander. Aradım, yarım saatlik bir konuşma sonrası ‘biz size döneceğiz’ dediler ama artık İspanyolları az çok tanıdığım için, benim tatilimi havalimanında geçirmeme yola açacak yavaşlık kapasiteleri olduğunu biliyorum. O yüzden alternatifler aramaya başladım. Önce havalimanında bir ‘ rastlar mıyım diyerek turladım biraz. Sonra aklıma İş Bankası kredi kartımı kullanmak geldi. Öyle ya para çekebilirdim kredi kartımdan. Ama gel görki kart tam her şeye ok demişken son adımda o da aynı hatayı verdi. Artık karar verdim gidip bir taksiyle konuşacağım, beni merkezdeki bankaya götürecek, kimlikle para çekicem ve öyle hallolucak bu iş. Tam çıkmadan son bir şey denemek istedim. Yanımda İş Bankası debit kartım vardı. Yani Türkiyede’yken kullandığım maaş kartım. İçinde 1 TL bile yok (YTL mi yahu?). Ama maaş müşterisiyim diye (mi artık) bize ekstra çok düşük faizli bir 300 TL ek hesap vermişlerdi. Gözlerimde ışık yandı ama hala emin değildim tabi. Kartı takmamın 10. saniyesi elimde 50 Euro’mla havada uçan bendim .
Parayı kapar kapmaz ilk merkez otobüsüyle otelime geldim. Eşyalarımı koyup kendimi yatağa attım. Rahatlıkla diyebilirimki o sıralar yine Aykut Oğut kitapları okumamın yararını gördüm yoksa gerçekten o tatil havalimanında da geçebilirdi..







Malaga’ya gelmeden çok araştırma yapmadım açıkçası. Gezen arkadaşlar ‘çok küçük bir şehir’ dediler. Ben gözümle görmeden inanmam. Ama haksız değillermiş. Malaga’nın ünlü bir merkezi caddesi var alışveriş yapılan restoran kafe, mağaza ne ararsan orda.

İspanya’da bir iki gezdikten sonra anlıyorsunki her şehrin görülmesi gereken mutlaka minimum bir meydanı (genelde adı plaza españa), bir yarı açık marketi, bir boğa arenası ve katedrali var. Malaga’da da kural bozulmadı. Katedralin içine girmedim çünkü bir süre sonra hepsi aynı geliyor insana. Bir de buhur kokusu beni gerçekten çok rahatsız ediyor. İlginçtir Malaga’da bazı sokaklar da inanılmaz derecede yoğun buhur kokuyordu, neyse ki ben şehri, bununla değil, kanı sımsıcak insanlarıyla hatırlayacağım. Sanki burada yaşıyormuşçasına bir dolu insanla tanıştım, sohbet ettim hatta minik bir iş ortaklığı teklifi bile aldım. Barselona’da böyle işler güneye kıyasla daha zor. Katalanların ‘biz İspanyol değiliz’ diye bağırmalarını sanki biraz daha iyi anlıyor gibiyim şimdi.


Tabi Malaga deyince insanların aklına kim geliyor? Picasso. Ne diye yalan söyleyeyim şimdi, ben Picasso’yu günahım kadar sevmem. Yahu gerçekten bence resimleri çok anlamsız. Zekasına bir şey diyemem ama kibri üstünü örtüyor bana kalırsa. Bunu dediğim Malaga’lı genç bir esnaf bana ‘bir Malaga’lıya söylenmezki ama bu’ diyor. Üzerine ‘Dali aşığıyım ben’ deyince, ‘ Katalan diye değil mi?’ diye yarı ciddi yarı şaka alınıyor. ‘Hayır ondan değil, ben sürrealizm sever..’ Cümlemi tamamlamama izin vermiyor ‘ tabi tabi ondandır’ diyor, gülüşüyoruz. Malaga, Picasso’nun doğduğu şehir. Ben gezilerimde genelde iyi müzeleri kaçırmamaya çalışırım ama Malaga’daki Picasso müzesine kapısından uğrayıp bir ‘merhaba’ deyip çıktım. Girmedim içine. ( Bana bak yanlız, Picasso’ya mok atıyorum kibirde ama katedrale girme, yok efendim müzeye girme sonra da ben Malaga’ya gittim) Barselona’daki Picasso müzesini önce kendim gezmiştim ilk geldiğimde, sonra beni ziyarete gelen çekirdek ailem ve büyük ailem, yakın arkadaşlarım ve uzak arkadaşlarımla yaklaşık 5 kere dolaştığımdan da pekişmiş olabilir bu etki.






































Aynı esnaftan şehrin güzel kafe ve restoranlarının adını alıyorum. De Sal adlı kafede güzel kahvaltılar yapıyorum, Cafe Central’de yemeklerimi yiyorum.
Şehrin merkezinden başlayıp boylu boyunca çevresini dolaşıyorum ara sokaklarına girip çıkıyorum. Palmiyelerin altında dinlenirken hava kararıyor ve ben 3 günün Malaga için fazla olduğunu anlayıp ertesi gün Granada’ya gitmeye karar veriyorum.



Şimdilik burada nokta koyuyorum. Granada’yı ve Malaga’nın son gününü bir sonraki postta anlatayım çünkü Paskalya dolasıyla 4 günlük bir tatilimiz var bizim. Yarın 2 günlüğüne Zaragoza’ya gidiyorum. Artık şeytanın bacağını kırdım, bloga geri dönüş yaptım, önüm alınamaz, her şeyi anlatacağım.

Gitmeden son bir şey. Benim bu Akdeniz şehrine bir bahar günü gelmemin üzerinden tam 4 bahar geçmiş. İyi ki gelmişim, geri dönelim, yine gelirim yine gelirim...

İyi haftasonları!

12 Nisan 2012 Perşembe

Valencia-2

Eveeet 10 günlük bir aradan sonra yine kürkçü dükkanındayım işte :) Çok güzel bir tatil geçirdim, paskalya bayramına teşekkürlerimi iletiyorum. Annemle babamın geleceğini söylemiştim değil mi? Eh ne kadar coşkulu zamanlar geçirdiğimizi tahmin edersiniz siz sevgili okuyucular. Onlar sayesinde Barcelona'yı bir kere daha keşfettim. Ama yalnız bu değil, başka şeyler de anladım, mesela günlük dildeki ispanyolcam epey idare ediyormuş beni. Şimdiye kadar bunu böylesine test edememiştim zira yanımda yöremde genelde Latinler olduğundan bana pek söz düşmemişti. Bir de dışardan bir gözün şehri izlemesi farklı oluyor elbette. Bir süreden sonra insanın gözü alışıyor ve ilginç bir şekilde bakar kör oluyorsun. Ya da mana veremediğin basit bile olsa bazı şeyleri, dışardan bakan biri daha rahat görebiliyor. Uzun lafın kısası her zamanki gibi, maddi manevi beni motive etti ailem, ben de onları sanırsam. Bir bıldırcın eksikti ama açığı yazın tamamlayacağız inşallah...

Valencia'dan devam edeyim önce, sonrasında annemleri gönderdikten sonra karıştırdığım  haltlardan bahsedeceğim biraz. Son yazımda-ki o Valencia'nın ilk yazısıydı- demiştimki Las Fallas festivalinde erkekli kadınlı, çoluklu çocuklu yürüyüş yaptılar. Ve fotoğraflarını da bu postta koyacağımı söylemiştim. Gelsin o fotoğraflar o zaman. Çok şirin anlar yakaladım. Bir de arkadaş güneye indikçe hava ısındığı gibi insanların kanı da ısınıyor işte... İnsanlar Barcelona'ya göre inanılmaz sıcak, sürekli bir gülümseme, bir poz verme çabası...Ki Valencia güneyde bile sayılmaz. Bu paskalya tatilinde İspanya'nın güneyine inen arkadaşlarım asıl oradaki insanların inanılmaz sıcak kanlı ve sempatik olduğunu öyle bir heyecanla anlattılarki, zaten aklımdaydı ama şimdi gitmek farz oldu! Onlar anlatırken her tarafım çatlayıp patladı kıskançlıktannn :))) Sevimli bir kıskançlık bu, ama not defteri çıkartan cinsten :) Amma uzattım, fotolarrrr....









Valencia ile ilgili anlatmadığım önemli bir kısım var. Bu şehrin adı söylenince akla hemen 5 bina ve bir köprüden oluşan bölge geliyor. Santiago Calatrava ve Felix Candela isimli mimarların elinden çıkan büyülü yapılar... L'Hemisferic-Imax sineması ve planetarium, L'Oceanografic -akvaryum, Principe Felipe Bilim Müzesi, Reina (Kraliçe) Sofia Sanat Sarayı ve Agora.





Biz bunlardan sadece akvaryumu gezdik çünkü vaktimiz çok dardı ve festival bizi çağırıyordu. Sadece akvaryum bile saatlerimizi aldı. Daha önce 3 ayrı şehirde-İstanbul, Barcelona ve Boston'da- akvaryum görmüş olmama rağmen bence bu en ilgi çekici olanıydı. Binanın sadece mimarisinin bile büyüsüne kapılıp gidebilirsiniz. Burada bir de yunus şovları vardı ve benim için bu bir ilk oldu. Yunuslara bir kez daha aşık oldum. Burunlarının üzerinde son süratle adam taşıyorlar, var mı böyle bir şey?! Zaten ağızlarında sürekli gülen bir ifade. Öyle ağzım açık şekilde izlerken, şov bitiverdi. Elimde kalan foto ve videoları ekliyorum. Bundan sonraki hedefim işte sana yazıyorum bilokcan, yunuslarla yüzmektir!






Bu paskalya tatilinde bazı arkadaşlar Valencia'ya gitmişler. Herkes bizim kadar sevmemiş. Şöyle ki, festival zamanı gerçekten inanılmaz heyecan vericiydi, sanki bütün Avrupa'nın gençleri oradaydı, belki o yüzden bu kadar çok sevdik Valencia'yı.. Ama bence yinede iç heyecanın etkisi yadsınamaz.. O yüzden 'özellikle özellikle' yolculuğa çıkarken kimseyi baz almam ben. Bana dünya güzeli gelen, şezlongda güneşin alnında uyuduğum, sonra buz gibi suyuna 2 saatte zor girdiğim, dalından yeni kopmuş üzüm yediğim Bozcaadam birtanedir de, bir başkasına "önce Çanakkale'ye git, sonra Geyikli'ye geç sonra yok anacım vapura bin, teeeeee" dir. Bilmem anlatabildim mi..Görecelidir bu işler a benim canım...


Eveet bugünkü izafiyet dersimizden sonra bir diğer konumuz şu...Annemler geldi ya buraya, hergün sabahın kör vaktinden akşamın bir yarısına kadar kendimizi ordan oraya savurduk, sağolsun hava da bozuktu çoğunluk, ben o arada kapmışım şifayı a dostlar. 2 gündür okul falan hak getire, sürekli bir yatak halleri, C vitaminleri, çorbalar, limonlar, Theraflu falan derken... Gıcık zamanlar yaşıyordumki... Bugün bir de baktım bu hastalığın bana getirisi olmuş...Ne zamandır izleyeyim izleyeyim dediğim Facebook'un hikayesinin anlatıldğı 'Social Network" filmini izlemeye vakit bulmuşum, ondan sonracığıma bir de elim kitap tutmuş..Ne çok özlemişim ben meğer sakincecik bir gün geçirmeyi...Sakin dediysem...Bedenim için...Yoksa ruhum hep dalgalıdır benim..


Neyse..Filmden bahsedeceğim. Ben çok etkilendim yahu!Daha izlerken bloga ne yazmam gerektiğini düşünmeye başladım. İzledikten sonra, burada film delisi bir arkadaş var,onunla filmi tartışırken, sıkıntıdan filmin sonunu bile getiremediğini söyledi mesela. Al sana bir görece daha. Uzatmayayım, filmde Mark Zuckerberg isimli şahsın facebooku kurma hikayesinden bahsediliyor. Bu vatandaşın bu fikri çaldığını biliyor muydunuz?
Ben bir ders aldım bu master programında. Adı 'stratejik karar alma'. Orda bize şunu öğretti sevgili hocamız Yancy (Vaillant), elinde çok güzel bir girişimcilik fikri olabilir ama bunu uygulamaya koyacak yetenek ve kaynağın yoksa, bunlara sahip olan kişi kısa süre sonra senin iş fikrini kopyalayıp, seni diskalifiye edebilir. İşte Mark Zuckerberg'in fikrini çaldığı kişilere olan, tam da budur. Sonrasında Mark, onu, fikri çalmakla suçlayacak kişilere, koltuğunda yayılıp şöyle diyecektir ' İyi bir sandalye yaptığında, daha önce sandalye yapmış herkese teşekkür etmen gerekmez'.
Film tamamen bir Amerikan filmi, tüm diyalog, hareket ve klişeleriyle. Ama beni çok etkiledi, belki konu ilgimi çektiğinden..Mark'ı oynayan velet de bana kalırsa gayet iyi bir iş çıkarmış- üstelik orjinalinden yakışıklı :)
Filmde çok hoşuma giden bir nokta oldu. Facebook giderek ünlendiğinde, Mark Zuckerberg'e 'napster' sitesinin kurucusu şöyle diyor "iş giderek büyür ve sonunda büyükler gelir sana derki 'tamam evlat iyi iş çıkardın, bundan sonrasını biz hallederiz". Sonrasında ekliyor "işte o zaman kartvizitini çıkarıp diyeceksin ki 'I am the CEO, bitch' ". Ve sonrasında Facebook'un üye sayısı artıp kutlamalar yapıldığından Mark cebinden  kartvizitini çıkarıyor.



Burada noktayı koymadan önce... Düşündümde benim doğum günüm yaklaşıyor ve ben onu her yıl kutluyorum, ama blogumun kuruluşunu hiç kutlamıyorum. Üstelik o da benim gibi nisan doğumlu. Blogumun 4. yılı şerefine birer minik hediye vermek istiyorum 2 sevgili okuyucuya. Ammaaa..bir sorum olacak:
Flamenko dansçılarının ellerinde şaklata şaklata (bizim dansöz zilleri gibi) kullandıkları tahta parçasının adı nedir? Cevabı sevgili bebe'nin facebook sayfasındaki bu postun altına yazın. Küçük bir çekiliş yapacağız ve sonra adrese postaaa :)

Kapanış elbetteki şarkıyla...Meral ve Yaman Okay için gelsin bu vals...Şimdiden güzel haftasonları!


29 Mart 2012 Perşembe

Valencia-1

Valencia'yı iki yazıda anlatma kararı aldım çünkü bir dolu fotoğraf ve anlatacak şey var. Nerden çıktı Valencia, anlatayım. Arkadaşlarla muhabbet esnasında biri Valencia'da festival varmış, çok büyükmüş, şöyle güzelmiş, bütün Avrupa'dan insanlar bu festivali beklermiş dedi. İspanya'da anahtar kelime "festival". Onu duyduğu an zaten millet işi gücü bırakıp , nasıl giderimin peşine düşüyor. E altı ayı geçti, bir minik sızdı kanıma herhalde bu adet. Aynı hafta Dima'yla oturup tren biletlerimizi aldık ama oteli ayırtmadık. Normalde ben organize bir insan olmamdan dolayı, genelde hiç bir şeyi son dakkaya bırakmamaya çalışıyorum, özellikle de seyahatlerde. Garanticiyimdir :) bazen kendime bile sıkıcı olabilsem de,'ben tedbirimi alayım da' hali bir türlü gitmez üzerimden. Ama gel gör ki bu sefer bir rahatlık bir rehavet, sanki tren biletini alınca oteli yanında promosyon veriyorlarmışçasına bir gevşeme.. Bunda sınav ve sunumların katkısı, içtenlikle söylüyorum, yadsınamaz. Gitmeden önceki gün bile sınav ve sunumum vardı o kadar... Sonuç olarak bizim otel ayarlama işi son güne tekabül etti, doğal olarak hosteller yalan oldu, otelde yeri zor bulduk ve tabi bulduğumuz herşeye razı olurcasına yerleri ayırrtık.
Ertesi sabah haldur huldur kendimizi tren istasyonunda bulduk. Barcelona'da tren sistemi şöyle, şehir içi hatlarda  metro kullanılabilir-yeraltı ve yerüstü iki çeşit var, ya da ferrocaril adında zart yerin altına giren, pırt diye üste çıkan benim çok sevdiğim hep dakik trenler var. Şehirlerarası gidersen de Renfe 'nin trenleriyle gidiyorsun. Bizim Renfe treni saat sabah 10 civarındaydı, bulunduğumuz yerden kalkıp gelmek minimum 1-1buçuk saatimizi aldı. Bu arada Dima da hafiften soğuk almış gibiydi yani keyifler keka değildi. Gözler kan çanağı, somurtarak kahvaltımızı yaptık. Biraz fazla sallandığımız farkederek perona yine koşmak zorunda kaldık derken tren 10-15 dakika geç geldi, sonra peron yine değişti falan filan..Ya tren bir geldi, millet içeriye 'hayda bre hobareyyyy' diye bir doluştu, bir dolu insan ayakta kaldı. Biz tabi Dimay´la şöyle düşündük, yok canım 4,5 saat ayakta mı gidicez, illa diğer kompartımanlarda yer vardır, millet yerleşince biz de ilerler, kendimize yer buluruz. Bir süre sonra gerçektende millet yerleşti ama gel gör ki ayakta kalanlar konusunda herhangi bir değişiklik olmadığı gibi, küçük pencerelerden görebildiğim kadarıyla bütün kompartımanlar aynı durumdaydı. Hayretler içinde kaldık, en sonunda ayakta kalan herkesin yaptığı gibi 25 euro verdiğimiz tren koltuklarına değil de, valizimizin üzerine oturduk.


Bir ara tren alakasız bir yerde durdu. Ve ne yapmaya başladı, bilin bakalım. Geri geri gitmeye. Yarabbim ben hiç böyle ilginç bir gün yaşamadım hayatımda. Videosunu koyucam buraya eğer blogger.com izin verirse, son koyduklarım hala çalışmıyor çünkü. Bu geri gtimenin manası bilen varsa önce beri gelsin, sonra da bana bi anlatsın... Bu arada öyle bir kaç dakika değil, bildiğin 15 dakika geri geri sürdü treni adam ya. E insanoğlu, ona da alıştık ilk 5 dk.dan sonra :)


Neyse...Duraklarda millet inince, son 1.5 saatte oturacak yer bulduk, ağzımız yüzümüz kaymış şekilde oturduk, biraz uyumuşuz. Tek düşündüğümüz Valencia ve festivalin çok iyi olması gerektiğiydi, diğer türlü bu yolculuk gerçekten de çekilir gibi değildi..

Eh iki ileri bir geri derken sonunda vardık Valencia'ya :) Önce festivalden bahsedeyim, adı Las Fallas. Her yıl Hz.Yusuf'un doğum gününü kutlamak adına düzenlenen bu festivalde, 'el falla' adı verilen yaklaşık 700 tane kartonpat heykel yapılıp, Valencia sokaklarına yerleştiriliyor. Ve bu heykeller 19 Martta ateşe veriliyor. Her gün havai fişek kutalamaları yapılıyor, insanlar çalışmıyorlar dememe bilmem gerek var mı :) Peki...Valencia halkı ne yapıyor? Bu festival onlara ait olduğundan, her gün sabah erken saatten akşamın çok geç saatlerine kadar geleneksel kıyafetleri ile bandolar eşliğinde yürüyorlar. Her 200 kişiden 15 kişinin bandoda olduğunu ve Valencia nüfusunun da 800,000 kişi olduğunu düşünürsek şehrin %7.5 inin bir enstrüman çalabildiği ortaya çıkar, ilginç değil mi... Biz Dimayla okulda öğrettiklerine kanaat getirdik...Bunca insan davul, zurna,dümbelek öğrenicem diye kendini kurslara atmış olamaz gibi geldi :) Bu Valenciano'ların fotoğraflarını bir sonraki postta yayınlayacağım, bilgilerinize...


Yalnız biz Valencia'ya vardığımızda Dima kendini epey kötü hissetmeye başladı. Bir de baktık ateşi de fırlamış, o yüzden ilk günümüzü otel odasında geçirdik. Ben bitkinlikten ölüyordum, minik maymun da ateşten. Resepsiyondaki şirin insan bize otelin en tepesindeki king suite'i verince keyfimiz az da olsa yerine geldi :) Ben bir güzel, annemin işkencelerini yaptım Dima'ya : sıcak çaylar, battaniyenin altında saatlerce bekletmeler...Gece yarısından sonra pıtırcığın ateşi düştü, hemen sonrasında ben de bayılmışım zaten yatağın üstüne..

Ertesi sabah bomba ve festivale aç şekilde uyandık ikimizde. Şehrin içindeki heykelleri gücümüz yettiğince görebilmek adına sokaklara vurduk kendimizi. Artık Las Fallas fotoğraflarına başlayayım değil mi, neyden bahsediyorum siz de görün... Yani o kadar çok foto varki hangisini koyacağımı bilemedim..Hepsi çok güzel...









Bir çoğu dev heykellerdi ve çok yaratıcı ve ilgi çekicilerdi. Elbette sokakları gezerken çılgınlar gibi acıktık. Valencia'da ne yenir? Tabiki Paella Valencia'na.


Pilav, yeşil ve kuru fasulye, tavşan veya tavuk etinden oluşan, dev bir tavada pişen misss bir yemek bu!..
Karnımız doydu ama gözler aç. Adım başı İspanyolcada "Horchata", Katalancada "Orxata"  (okunuşu orçata) adı verilen içecek satılıyor. Badem, pirinç, susam tohumu ve arpadan yapılan bu içeceğin sunumu genelde 'farton' adı verilen çörekle yapılıyor. Hemen aldık bundan, tadını çok sevdim ama bildiğim hiç bir şeye benzemediğinden tarif edemiyorum - deneyeyim mesela- hindistan cevizi suyunun biraz daha tatlı hali ama tam olarak o da değil işte :) İşte kendisi şöyle bir şey :


Genel olarak şehre hayran kaldım. Mimarisi büyüleyici. Neredeyse her binada "aa şuna bak" diyebileceğiniz bir özellikle karşılaşıyorsunuz. Barcelona'ya ilk geldiğim zamanlarda Barça için de aynı şeyi düşünmüştüm, ama şimdi zaman geçtikçe insan daha az görüyor işte, bildiği şeyler çok da ilginç gelmiyor. Ama elbette o benim burada  ilk göz bebeğim şimdi :)

Kaldığımız süre boyunca hava olağanüstüydü. Tam da o haftasonu Bcn'da yağmur yağacağını düşünüp çok mutlu olduk kaçıverdiğimiz için. Soğuk havalarda çekilmez oluyoruz ikimiz de, ikimiz de nemrut :) Valencia da sadece hava değil ,insanlar da çok güzeldi. Otel odamızı ayarlayan resepsiyonistimizden tutun da, yemek yediğimiz yerlerden,yolda soru sorduğumuz insanların her birine kadar... Bunda 2 kız olmanın etkisinin çok olduğunu biliyoruz tabi.. Yalnız çok ilginç, neredeyse tüm Valencia gezisi boyunca hiç yalnız kalmadık :) Ya bandocular takıldı peşimize, ya bir grup Marstan olduğunu tahmin ettiğimiz centilmenler :) Çok güzel ağırladı bizi Valencia saolsun unutturdu Renfe'de valiz üstünde geçen saatlerimizi....

Valencia muhabbetimize ve fotoğraflara bir sonraki postta devam edeceğim ki bu yarın olabilir...Çünkü...önümüzdeki hafta burada paskalya  tatili. Veee 2 güne annem ve babam burada olacaklar. Bloga gelmeye vaktim olacağını sanmıyorum..Heyecandan öleceğimmmmm. Çok güzel olacak çoook!...

Eh bugün neredeyse bitti, güneşli bir cuma günü diliyorum size....


11 Mart 2012 Pazar

El Bulli-2 / Food Laboratory

El Bulli Dos yani 2, neden çünkü bu konudan daha önce bahsetmiştik http://sevgilibebe.blogspot.com/2011/11/dantel-ve-ekmek.html ,
neden çünkü daha bitmedi anlatacaklarım ... Yakında bir dosya yapacağım artık Ferran Adria hakkında :) Ciddiyim ben, bu konuyla ilgilenmekten kendimi alamıyorum.

Öncelikle şunu söyleyeceğim konuyla bağlantılı...Benim en küçük- ki biz ona en cüccük deriz :)- teyzem, üniversitede doçent - şimdilik! Kısa zaman sonra kendisi çılgın bir prof olmaya aday. İşletme bölümünde olduğundan akademik konular üzerine hep bu tarz sohbetlerimiz, paylaşımlarımız olurdu...Ama ben işletme üzerine bu master programını yapmaya başlayınca ve "keşke lisansımı da burada yapsaymışım" diyecek kadar sevince, elbette ortak alanlarımız daha çok arttı. Doğduğum günden beri bana yaptığı kıyaklar saymakla bitmeyecek olan teyzem, bir kere daha ayaklarımı yerden kesecek bir teklifle geldi. 2 hafta önce trende gidiyorum arkadaşlarla, bir baktım teyzem mail göndermiş, diyorki editörlüğünü yaptığım inovasyonla ilgili kitaba, senin  El Bulli yazını adın ve sitenle koymak istiyorum, ne dersin? Ne mi derim, Allah derim :))))))) Nasıl mutlandığımı tahmin edersiniz.. Elbette inanılmaz da gaza geldim, geçen haftaki finans sınavı nedeniyle bir türlü gelememiştim bloga, ama işte şimdi El Bulli'nin devamı ile buradayımmm... Teyzeme buradan sonsuz teşekkürlerimi iletiyorum..

Girişi Ferrancığımın yeni resmi facebook sayfasını vererek yapıyorum, buyrunuz:
http://www.facebook.com/pages/FERRAN-ADRIA/26371422970?sk=wall

En son ne demiştim peki? Bundan önceki yazıda, hatırlayalım,restoranı kapattığını söylemiştim Ferran Adria'nın.  ( ismi çokça tekrarlıyorumki, duyduğunuzda "ahanda ben bunu biliyorum" diyebilin diye :) ) Restoran kapanmış ama kapanmamış. Yine dediğim gibi "El Bulli Foundation" adında bir oluşum başlatılmış. Nedir bu oluşum?
2014 yılında açılması planlanan El Bulli Foundation yani kurumu için Ferran Adria şöyle söylüyor: "El Bulli 'yi kapatmadık sadece görünümünü değiştirdik." Tamamen "inovasyon" üzerine kurulu, her sezonda yaklaşık 15 kişi istihdam edecek bu kurumun mottosu ise şu "Freedom to create". Bunu "yaratmak için özgürlük" ya da "yaratım/yaratma özgürlüğü" olarak çevirebiliriz dilimize. Bu arada El Bulli'de işe alınacak insanlar seçilirken farklı disiplinlerden gelen kişileri tercih ediliyor. Mimari ve dizayn özellikle bu yeni kurumda altı çizilen ögelerden. Ana temalar ne olacak?
Inovasyon - Risk - Yaratıcılık
Adria yaratıcılık konusunda şöyle diyor "Yaratıcılık benim için çok önemli bir nokta ve bu konuda çok netim. Bir şey ya yaratıcıdır ya değildir!"
Bu kurumun bir diğer özelliği ise şirketler için gittikçe daha çok önem kazanan "çevreye duyarlılık" konusuna olan eğilimi olacak. Green El Bulli ( yeşil El Bulli) teması altında ekoloji ve sürdürülebilirlik adına çalışılacak.
El Bulli Foundation'ın bir okul olmadığını söylüyor büyük şef. Daha çok bir "gıda laboratuvar"ı olacağından, brainstorming e ağırlık vereceklerinden, herşeyin deneyimsel olacağından bahsediyor. Burada bir önemli nokta daha var, o da oluşturulacak olan dijital arşiv. Tüm yaratımların online olarak izlenebileceğini de ekliyor Adria sözlerine: "Yapılan birçok çalışma internette yer alacak. Feedback yani geri dönüşler bizim için hep çok önemli". Bu arada ekleyelim, ziyaretçiler de günlük akışı bozmayacak şekilde bu yaratımı canlı canlı seyredebilecekler. Kendi sitelerinde El Bulli tv ve bir de blog bağlantısı koymuşlar. Sitenin adresi şu : http://www.bullifoundation.org

Ben bu yazıdan önce bazı makaleler okudum ve El Bulli Foundation'ın sayfasını karıştırdım. Ferran Adria'nın "natura" adını verdiği, doğadan ilham alınarak oluşturulmuş tatlı serisinin fotoğraflarından oluşan bir slide gösterisine denk geldim. Onu buraya ekliyorum. Yaratıcılığın sınır tanımayacağına dair gerçek bir örnek...


Google Talks'u duymuşsunuzdur. Ünlü müzisyen, yazar, sanatçıları davet edip onlarla söyleşi yapıyorlar. Adria ile de yapmışlar. Konuşmaya dinleyicileri gülümseterek başlıyor Ferran Adria : " When I was invited to Google, I said 'yes', because I always say 'yes' to wierd things. But then I asked to myself what the hell I am gonna say to Google??"
"Google beni davet ettiğinde tamam dedim, çünkü ben garip şeylere her zaman 'evet' demişimdir. Ama sonra durdum ve kendi kendime şöyle dedim, ne halt anlatıcam ben Google'a ?" :))))
İzlemek isterseniz linki http://www.bullifoundation.org/2011/02/adria-goes-to-google-to-promote.html

Ben 2014'te büyük konuşuyorum yüzde 1500 burada olacağımdan, bu yazı burada bitmez sevgili okuyucular :) Dahası gerçekten de bitmedi, çünkü Adria ile bağlantılı bir konudan daha bahsedeceğim gelecek yazılarda, elbette yaratıcılık olacak içinde, elbette inovasyon. Adria olur da, yaratım eksik kalır mı...

Size zırt pırt gülümseyeceğiniz çok güzel bir hafta diliyorum. Kapanışı bu saatte beni yerimden kaldırıp dans ettiren bir şarkıyla yapıyoruz, Adeuuu!


13 Şubat 2012 Pazartesi

Romantic Disorder

Andorra'ya gitiğimiz haftasonu kendime bir söz verdim. Tamam 4 yıl boyunca çalışma hayatının içinde en çok özlediğim şeylerden biri uyku oldu, yalan değil. Sabahları erken kalkmak boğa burcunun kabusudur..Biz uykuya olan düşkünlüğümüz ve tembelliğimizle nam saldık bunca zaman..Burada derslerim akşam olduğu için Barcelona'ya geldiğimden beri erken kalktığım gün sayısı çok azdır. 1 kere sabah 6 civarında uyandım mesela, o da yabancılar şubesine erken gitmek içindi. Geriye kalan sabah altılarda uyanık oluşum genelde o saatte partiden eve dönüşümden kaynaklandı :))) Ama yeter di mi. İnsanın totosu tembelliğe bir alışmaya görsün sayın izleyiciler. Bu toto kalkıp hiç bir yere gitmez oldu. Ama sürekli söyleniyorum, dersler ağır, çok ödev var sunumlar ot mok,hiç bir şeye zaman yetmiyor! Hayır, gerçek neden bu değil, anladım. Yani biliyordum da itiraf ettim. Neyse uzun lafın kısası, Andorra'dan döner dönmez spor salonuna gitmeye başladım, sabah erkenden kalkıp ders saatine kadar Barcelona'yı da tavaf edeceğime dair söz verdim kendime. İnanmazsınız 2 haftadır performansım beni şaşırtıyor :)


Geçen pazar günü kaç zamandır istediğim bir müze ziyaretini sonunda gerçekleştirebildim : Museu d'Historia de Catalunya. Yani Katalan tarihi müzesi. Üniversitede Humanities dersini alan var mı? Yeditepeliler bu baş belası dersi çok iyi bilir. Tüm transcriptimde içinde D geçen tek ders ahanda budur! İnsanlık tarihi dersi bahsettiğim. Tamam işte,  müzenin ilk kısımları Katalan tarihi adı altında insanlık tarihinden bahsediyor. İlk zamanlarda yapılan basit aletler zaman ilerledikçe komplex bir hal alıyor. Burada dikkatimi çeken bir şey taa o zamanlarda bile kadınların süs eşyası kullandığı oldu. Hep diyorum, kadına yatırım yapacaksın arkadaş..Para icat edilmemiş düşünsenize, 'al kolye ver küpe' muhabbetleri gırla...Yalnızzz iyi ki o dönemde yaşamamışım, tek bir eşyamı takas etmezdim öyle duygusal bağlarım var benim :) Neyse..




Günümüze doğru yaklaştıkça, tarih kana bulanıyor. Daha önce de bahsettiğim üzere İspanya diktatörü Franco döneminde yapılan zulüm, işkence ve katliamlar, o dönemde kullanılan medya araçlarıyla gözler önüne seriliyor.


Müzenin sonuna doğru günümüz Katalan halkından fotoğraflar koymuşlar. Bir doktor, bir öğretmen...bir mimar..Mesela Gaudi...bir aşçı...Mesela Ferran değil mi..



Ferran demişken aklıma geldi, ben El Bulli ile ilgili yazı yazmıştım ya, sen Ferran alın git restoranı kapa.. Şaka bir yana Senyor Adria gerçekten kapatmış restoranı ve Bulli Foundation adında yeni bir oluşuma doğru adım atmış. Henüz araştırmasını yapmadım, en kısa zamanda güncelleyeceğim bu bilgiyi. Eveet nerede kaldık...Dediğim gibi en son da Katalan fotoğraflarıyla bitiyor müze gezim. Yine dikkatimi bir konu çekti gezerken. Her zaman olduğu gibi engelli insanlar için kolaylık sağlanmış müzede. Barcelonanın birçok yerinde bu böyle. İkincisi ise çocuklar için minik alanlar kurulmuş. Mesela bir yerde langırt gördüm. Böylece aileler rahatça gezerken bebeler de keyifteler. Son olarak bir nokta daha. Bizde müzeye gitsen hiçbir yere elleyemezsin ve fotoğraf çekemezsin. Burada herşeye dokunuyorsun, ay kırıldı yok bu oldu...Sergi değil yani..Yaşayarak, hissederek anlıyorsun..Örneğin bir deri parçasını nasıl o zamanlarda işlediklerini bir video koyarak göstermişler ve hemen bir bölmede siz de deneyebiliyorsunuz bu işlemi. Alet edevat hazır. Güzel bir mantık.. Bu arada, müze, o gün ücretsizdi. Bu müze ve birkaçı daha her ayın ilk pazar günleri ücretsiz. O kadar çok müze varki ...


Müze çıkışı yalnız olmamın verdiği huzurla biraz yürüyüş yapmak için sahile gideyim dedim..Ne zamandır şu 'W Hotel'i bir göreyim diyordum, eh bu sefer kısmet oldu :) Ama W Hotel değil anlatacağım asıl olay..


O gün pazardı ya, ben sahile bir indim, o kış günü bir dolu insan..Ne yapıyorlar? Elbette spor! Patenciler ve kaykaycılar klasik onlar her yerdeler...Bir de bisiklet tabi ki..Millet deliler gibi koşuyor yaaa. İyi de kış mevsimi, hava soğuk değil de fazla serin diyelim. Arkadaş hani tembeldiniz siz?


Tam o sırada bir kısım insanın sahile karşı oturup bir şey izlediğini farkediyorum. Yaklaştıkça anlıyorumki, izledikleri şey sörf yapan insanlar..Ne garip değil mi? Küçüklüğümüzden beri bize ne öğretilirse onu almışız ve onu doğrumuz yapmışız. Mesela dondurma yazın yenir. Geçen buzz soğukta dondurma yerken kendimi nasıl suçlu hissettim anlatamam. Sonunda hasta olacağım çünkü..Ama olmadım. Denize yazın girilir. evet hepsinin belli mantığı var. Burda şu şarkı devreye giriyor: ' Seni de beni de yiyiyorlar".. Demek istediğim o soğukta nasıl suya girdiklerini hayretler içinde izledim. Kıyafetler korunaklı ama ne kadar olabilirki? İzledikçe keyiflendim, nasıl eğleniyorlar hepsi...Bir de kulağıma deniz sesi çalınıyor ya, yok benden mutlusu...Bir video çektim buraya koymak için...Kokusunu alamasanız da sesini duyalım, yazı beraber özleyelim diye :)
Neye yanıyorum biliyor musunuz? Yıllarca pazar günleri ne yapsak, nereye gitsek diye düşündük durduk. Allahtan babamın pazar günü gezme sevdasıyla annemin doğaya aşık olması birleşmişde pazar günlerini alışveriş merkezlerinde geçirmemişiz. Ama elbette oldu bizim de çok gittiğimiz. İşte o günlerimize yanıyorum. Bizim kültürümüzde spor yapmak=zayıflamak olmasına yanıyorum. Burada kazanıyor olduğum en güzel alışkanlıklardan biri bu olacak galiba. Sporu hayatımın bir parçası yapmak. Baktıkça deliriyorum. Zaten bir sonraki paragrafı bu delirme sonrasında soluğu aldığım buz patenine ayırıyorum :)


Dediğim gibi aldığım bu spor yapma gazı, içimde biriken enerji ve hırs sonrasında Dima'yı sürükleyerek buz pateni yapmaya götürdüm Sürükleyerek çünkü Andorra tecrübesi sonrası yavru maymun fena korkmuştu :) Hem denemek istiyor, hem de "bak daha düşmeden ağrıyor totom, o kadar bozuldu psikolojim" diyor :) İkna çabalarım sonuç verince her adını söylediğimde erkeklerin kalbinin hop ettiği Camp Nou yollarına düşüyoruz.

Benim bu buz pateni sevdam taa ilkokul üçte annemlerin beni kursa yazdırmasıyla başladı. Ankarada o çılgın soğukta napabilirsinki? Ancak karla soğukla ilgili bir aktivite bulacaksın..Ne kadar teşekkür etsem azdır, anneme ve babama..Bütün maymun iştahlılığıma katlandılar yıllarca. Karakterimde varmış meğer...Ama bak yıllar sonra meyve veriyorum :) Neyseciğim.. Biz Camp Nou'ya vardık, patenlerimizi alıp piste çıktık. Ortalıkta bir amca, amca belki yanlış kelime, bildiğin bir dede dolaşıyor. Üzerinde kırmızı şeytan kostümüyle. Adam dakka birden sardı bize. Katalanmış elbette :) Nasıl şirin..Bir de anlasak...Tamam genel fikre hakimiz de, o kadar işte...Gidene kadar konuştu, buz pistinin üzerindeki Barça'nın logosuyla fotoğrafımızı çekti, ben videosunu çekerken artistik hareketler yapıp poz verdi. Yani tüm şirinliğini sergiledi kısacası. Ben piste çıktığımda ilk bir sendeledim sonra hemen yolumu buldum. Ama bu Dima'nın ilk deneyimi olduğundan şeytanla elele uzunca bir süre kaydı :) Baktım bizim yaşlı şeytan kaymaktan çok anlatmayı seviyor, gidip Dima'yı kurtardım cehenneminden. Biz orda masum bir şekilde kayarken, piste 5-18 yaş arası veletler çıktı. Nasıl bir kaymaktır bu? Tek ayak üstünde bir figürleri var, bak bunu burda söylüyorum, o hareketi öğrenicem, vidousunu da buraya gelip koyucam. Ben böyle klas bir şey görmedim! Hatunlar normal yoldaymışçasına-ki ben o hareketleri karada da yapamam- vücutlarını buzda esnetiyorlar. Elbette onları izledikten sonra ikimizin de gözü döndü. Mart ayının sonlarına doğru açılacak kursun talipleriyiz :)




Bunlar rüyalardı. Bu hafta iki sınavımın olduğu ise soğuk bir gerçek. Bir de tez/proje muhabbetinin ilk çeyreğine girmiş bulunuyoruz. Bir de zorunlu stajımız var. Olsun, hepsine hazır Melikuş. Her gün bir öncekinden daha güzel çünkü..Harika bir hafta herkese....