12 Nisan 2012 Perşembe

Valencia-2

Eveeet 10 günlük bir aradan sonra yine kürkçü dükkanındayım işte :) Çok güzel bir tatil geçirdim, paskalya bayramına teşekkürlerimi iletiyorum. Annemle babamın geleceğini söylemiştim değil mi? Eh ne kadar coşkulu zamanlar geçirdiğimizi tahmin edersiniz siz sevgili okuyucular. Onlar sayesinde Barcelona'yı bir kere daha keşfettim. Ama yalnız bu değil, başka şeyler de anladım, mesela günlük dildeki ispanyolcam epey idare ediyormuş beni. Şimdiye kadar bunu böylesine test edememiştim zira yanımda yöremde genelde Latinler olduğundan bana pek söz düşmemişti. Bir de dışardan bir gözün şehri izlemesi farklı oluyor elbette. Bir süreden sonra insanın gözü alışıyor ve ilginç bir şekilde bakar kör oluyorsun. Ya da mana veremediğin basit bile olsa bazı şeyleri, dışardan bakan biri daha rahat görebiliyor. Uzun lafın kısası her zamanki gibi, maddi manevi beni motive etti ailem, ben de onları sanırsam. Bir bıldırcın eksikti ama açığı yazın tamamlayacağız inşallah...

Valencia'dan devam edeyim önce, sonrasında annemleri gönderdikten sonra karıştırdığım  haltlardan bahsedeceğim biraz. Son yazımda-ki o Valencia'nın ilk yazısıydı- demiştimki Las Fallas festivalinde erkekli kadınlı, çoluklu çocuklu yürüyüş yaptılar. Ve fotoğraflarını da bu postta koyacağımı söylemiştim. Gelsin o fotoğraflar o zaman. Çok şirin anlar yakaladım. Bir de arkadaş güneye indikçe hava ısındığı gibi insanların kanı da ısınıyor işte... İnsanlar Barcelona'ya göre inanılmaz sıcak, sürekli bir gülümseme, bir poz verme çabası...Ki Valencia güneyde bile sayılmaz. Bu paskalya tatilinde İspanya'nın güneyine inen arkadaşlarım asıl oradaki insanların inanılmaz sıcak kanlı ve sempatik olduğunu öyle bir heyecanla anlattılarki, zaten aklımdaydı ama şimdi gitmek farz oldu! Onlar anlatırken her tarafım çatlayıp patladı kıskançlıktannn :))) Sevimli bir kıskançlık bu, ama not defteri çıkartan cinsten :) Amma uzattım, fotolarrrr....









Valencia ile ilgili anlatmadığım önemli bir kısım var. Bu şehrin adı söylenince akla hemen 5 bina ve bir köprüden oluşan bölge geliyor. Santiago Calatrava ve Felix Candela isimli mimarların elinden çıkan büyülü yapılar... L'Hemisferic-Imax sineması ve planetarium, L'Oceanografic -akvaryum, Principe Felipe Bilim Müzesi, Reina (Kraliçe) Sofia Sanat Sarayı ve Agora.





Biz bunlardan sadece akvaryumu gezdik çünkü vaktimiz çok dardı ve festival bizi çağırıyordu. Sadece akvaryum bile saatlerimizi aldı. Daha önce 3 ayrı şehirde-İstanbul, Barcelona ve Boston'da- akvaryum görmüş olmama rağmen bence bu en ilgi çekici olanıydı. Binanın sadece mimarisinin bile büyüsüne kapılıp gidebilirsiniz. Burada bir de yunus şovları vardı ve benim için bu bir ilk oldu. Yunuslara bir kez daha aşık oldum. Burunlarının üzerinde son süratle adam taşıyorlar, var mı böyle bir şey?! Zaten ağızlarında sürekli gülen bir ifade. Öyle ağzım açık şekilde izlerken, şov bitiverdi. Elimde kalan foto ve videoları ekliyorum. Bundan sonraki hedefim işte sana yazıyorum bilokcan, yunuslarla yüzmektir!






Bu paskalya tatilinde bazı arkadaşlar Valencia'ya gitmişler. Herkes bizim kadar sevmemiş. Şöyle ki, festival zamanı gerçekten inanılmaz heyecan vericiydi, sanki bütün Avrupa'nın gençleri oradaydı, belki o yüzden bu kadar çok sevdik Valencia'yı.. Ama bence yinede iç heyecanın etkisi yadsınamaz.. O yüzden 'özellikle özellikle' yolculuğa çıkarken kimseyi baz almam ben. Bana dünya güzeli gelen, şezlongda güneşin alnında uyuduğum, sonra buz gibi suyuna 2 saatte zor girdiğim, dalından yeni kopmuş üzüm yediğim Bozcaadam birtanedir de, bir başkasına "önce Çanakkale'ye git, sonra Geyikli'ye geç sonra yok anacım vapura bin, teeeeee" dir. Bilmem anlatabildim mi..Görecelidir bu işler a benim canım...


Eveet bugünkü izafiyet dersimizden sonra bir diğer konumuz şu...Annemler geldi ya buraya, hergün sabahın kör vaktinden akşamın bir yarısına kadar kendimizi ordan oraya savurduk, sağolsun hava da bozuktu çoğunluk, ben o arada kapmışım şifayı a dostlar. 2 gündür okul falan hak getire, sürekli bir yatak halleri, C vitaminleri, çorbalar, limonlar, Theraflu falan derken... Gıcık zamanlar yaşıyordumki... Bugün bir de baktım bu hastalığın bana getirisi olmuş...Ne zamandır izleyeyim izleyeyim dediğim Facebook'un hikayesinin anlatıldğı 'Social Network" filmini izlemeye vakit bulmuşum, ondan sonracığıma bir de elim kitap tutmuş..Ne çok özlemişim ben meğer sakincecik bir gün geçirmeyi...Sakin dediysem...Bedenim için...Yoksa ruhum hep dalgalıdır benim..


Neyse..Filmden bahsedeceğim. Ben çok etkilendim yahu!Daha izlerken bloga ne yazmam gerektiğini düşünmeye başladım. İzledikten sonra, burada film delisi bir arkadaş var,onunla filmi tartışırken, sıkıntıdan filmin sonunu bile getiremediğini söyledi mesela. Al sana bir görece daha. Uzatmayayım, filmde Mark Zuckerberg isimli şahsın facebooku kurma hikayesinden bahsediliyor. Bu vatandaşın bu fikri çaldığını biliyor muydunuz?
Ben bir ders aldım bu master programında. Adı 'stratejik karar alma'. Orda bize şunu öğretti sevgili hocamız Yancy (Vaillant), elinde çok güzel bir girişimcilik fikri olabilir ama bunu uygulamaya koyacak yetenek ve kaynağın yoksa, bunlara sahip olan kişi kısa süre sonra senin iş fikrini kopyalayıp, seni diskalifiye edebilir. İşte Mark Zuckerberg'in fikrini çaldığı kişilere olan, tam da budur. Sonrasında Mark, onu, fikri çalmakla suçlayacak kişilere, koltuğunda yayılıp şöyle diyecektir ' İyi bir sandalye yaptığında, daha önce sandalye yapmış herkese teşekkür etmen gerekmez'.
Film tamamen bir Amerikan filmi, tüm diyalog, hareket ve klişeleriyle. Ama beni çok etkiledi, belki konu ilgimi çektiğinden..Mark'ı oynayan velet de bana kalırsa gayet iyi bir iş çıkarmış- üstelik orjinalinden yakışıklı :)
Filmde çok hoşuma giden bir nokta oldu. Facebook giderek ünlendiğinde, Mark Zuckerberg'e 'napster' sitesinin kurucusu şöyle diyor "iş giderek büyür ve sonunda büyükler gelir sana derki 'tamam evlat iyi iş çıkardın, bundan sonrasını biz hallederiz". Sonrasında ekliyor "işte o zaman kartvizitini çıkarıp diyeceksin ki 'I am the CEO, bitch' ". Ve sonrasında Facebook'un üye sayısı artıp kutlamalar yapıldığından Mark cebinden  kartvizitini çıkarıyor.



Burada noktayı koymadan önce... Düşündümde benim doğum günüm yaklaşıyor ve ben onu her yıl kutluyorum, ama blogumun kuruluşunu hiç kutlamıyorum. Üstelik o da benim gibi nisan doğumlu. Blogumun 4. yılı şerefine birer minik hediye vermek istiyorum 2 sevgili okuyucuya. Ammaaa..bir sorum olacak:
Flamenko dansçılarının ellerinde şaklata şaklata (bizim dansöz zilleri gibi) kullandıkları tahta parçasının adı nedir? Cevabı sevgili bebe'nin facebook sayfasındaki bu postun altına yazın. Küçük bir çekiliş yapacağız ve sonra adrese postaaa :)

Kapanış elbetteki şarkıyla...Meral ve Yaman Okay için gelsin bu vals...Şimdiden güzel haftasonları!


29 Mart 2012 Perşembe

Valencia-1

Valencia'yı iki yazıda anlatma kararı aldım çünkü bir dolu fotoğraf ve anlatacak şey var. Nerden çıktı Valencia, anlatayım. Arkadaşlarla muhabbet esnasında biri Valencia'da festival varmış, çok büyükmüş, şöyle güzelmiş, bütün Avrupa'dan insanlar bu festivali beklermiş dedi. İspanya'da anahtar kelime "festival". Onu duyduğu an zaten millet işi gücü bırakıp , nasıl giderimin peşine düşüyor. E altı ayı geçti, bir minik sızdı kanıma herhalde bu adet. Aynı hafta Dima'yla oturup tren biletlerimizi aldık ama oteli ayırtmadık. Normalde ben organize bir insan olmamdan dolayı, genelde hiç bir şeyi son dakkaya bırakmamaya çalışıyorum, özellikle de seyahatlerde. Garanticiyimdir :) bazen kendime bile sıkıcı olabilsem de,'ben tedbirimi alayım da' hali bir türlü gitmez üzerimden. Ama gel gör ki bu sefer bir rahatlık bir rehavet, sanki tren biletini alınca oteli yanında promosyon veriyorlarmışçasına bir gevşeme.. Bunda sınav ve sunumların katkısı, içtenlikle söylüyorum, yadsınamaz. Gitmeden önceki gün bile sınav ve sunumum vardı o kadar... Sonuç olarak bizim otel ayarlama işi son güne tekabül etti, doğal olarak hosteller yalan oldu, otelde yeri zor bulduk ve tabi bulduğumuz herşeye razı olurcasına yerleri ayırrtık.
Ertesi sabah haldur huldur kendimizi tren istasyonunda bulduk. Barcelona'da tren sistemi şöyle, şehir içi hatlarda  metro kullanılabilir-yeraltı ve yerüstü iki çeşit var, ya da ferrocaril adında zart yerin altına giren, pırt diye üste çıkan benim çok sevdiğim hep dakik trenler var. Şehirlerarası gidersen de Renfe 'nin trenleriyle gidiyorsun. Bizim Renfe treni saat sabah 10 civarındaydı, bulunduğumuz yerden kalkıp gelmek minimum 1-1buçuk saatimizi aldı. Bu arada Dima da hafiften soğuk almış gibiydi yani keyifler keka değildi. Gözler kan çanağı, somurtarak kahvaltımızı yaptık. Biraz fazla sallandığımız farkederek perona yine koşmak zorunda kaldık derken tren 10-15 dakika geç geldi, sonra peron yine değişti falan filan..Ya tren bir geldi, millet içeriye 'hayda bre hobareyyyy' diye bir doluştu, bir dolu insan ayakta kaldı. Biz tabi Dimay´la şöyle düşündük, yok canım 4,5 saat ayakta mı gidicez, illa diğer kompartımanlarda yer vardır, millet yerleşince biz de ilerler, kendimize yer buluruz. Bir süre sonra gerçektende millet yerleşti ama gel gör ki ayakta kalanlar konusunda herhangi bir değişiklik olmadığı gibi, küçük pencerelerden görebildiğim kadarıyla bütün kompartımanlar aynı durumdaydı. Hayretler içinde kaldık, en sonunda ayakta kalan herkesin yaptığı gibi 25 euro verdiğimiz tren koltuklarına değil de, valizimizin üzerine oturduk.


Bir ara tren alakasız bir yerde durdu. Ve ne yapmaya başladı, bilin bakalım. Geri geri gitmeye. Yarabbim ben hiç böyle ilginç bir gün yaşamadım hayatımda. Videosunu koyucam buraya eğer blogger.com izin verirse, son koyduklarım hala çalışmıyor çünkü. Bu geri gtimenin manası bilen varsa önce beri gelsin, sonra da bana bi anlatsın... Bu arada öyle bir kaç dakika değil, bildiğin 15 dakika geri geri sürdü treni adam ya. E insanoğlu, ona da alıştık ilk 5 dk.dan sonra :)


Neyse...Duraklarda millet inince, son 1.5 saatte oturacak yer bulduk, ağzımız yüzümüz kaymış şekilde oturduk, biraz uyumuşuz. Tek düşündüğümüz Valencia ve festivalin çok iyi olması gerektiğiydi, diğer türlü bu yolculuk gerçekten de çekilir gibi değildi..

Eh iki ileri bir geri derken sonunda vardık Valencia'ya :) Önce festivalden bahsedeyim, adı Las Fallas. Her yıl Hz.Yusuf'un doğum gününü kutlamak adına düzenlenen bu festivalde, 'el falla' adı verilen yaklaşık 700 tane kartonpat heykel yapılıp, Valencia sokaklarına yerleştiriliyor. Ve bu heykeller 19 Martta ateşe veriliyor. Her gün havai fişek kutalamaları yapılıyor, insanlar çalışmıyorlar dememe bilmem gerek var mı :) Peki...Valencia halkı ne yapıyor? Bu festival onlara ait olduğundan, her gün sabah erken saatten akşamın çok geç saatlerine kadar geleneksel kıyafetleri ile bandolar eşliğinde yürüyorlar. Her 200 kişiden 15 kişinin bandoda olduğunu ve Valencia nüfusunun da 800,000 kişi olduğunu düşünürsek şehrin %7.5 inin bir enstrüman çalabildiği ortaya çıkar, ilginç değil mi... Biz Dimayla okulda öğrettiklerine kanaat getirdik...Bunca insan davul, zurna,dümbelek öğrenicem diye kendini kurslara atmış olamaz gibi geldi :) Bu Valenciano'ların fotoğraflarını bir sonraki postta yayınlayacağım, bilgilerinize...


Yalnız biz Valencia'ya vardığımızda Dima kendini epey kötü hissetmeye başladı. Bir de baktık ateşi de fırlamış, o yüzden ilk günümüzü otel odasında geçirdik. Ben bitkinlikten ölüyordum, minik maymun da ateşten. Resepsiyondaki şirin insan bize otelin en tepesindeki king suite'i verince keyfimiz az da olsa yerine geldi :) Ben bir güzel, annemin işkencelerini yaptım Dima'ya : sıcak çaylar, battaniyenin altında saatlerce bekletmeler...Gece yarısından sonra pıtırcığın ateşi düştü, hemen sonrasında ben de bayılmışım zaten yatağın üstüne..

Ertesi sabah bomba ve festivale aç şekilde uyandık ikimizde. Şehrin içindeki heykelleri gücümüz yettiğince görebilmek adına sokaklara vurduk kendimizi. Artık Las Fallas fotoğraflarına başlayayım değil mi, neyden bahsediyorum siz de görün... Yani o kadar çok foto varki hangisini koyacağımı bilemedim..Hepsi çok güzel...









Bir çoğu dev heykellerdi ve çok yaratıcı ve ilgi çekicilerdi. Elbette sokakları gezerken çılgınlar gibi acıktık. Valencia'da ne yenir? Tabiki Paella Valencia'na.


Pilav, yeşil ve kuru fasulye, tavşan veya tavuk etinden oluşan, dev bir tavada pişen misss bir yemek bu!..
Karnımız doydu ama gözler aç. Adım başı İspanyolcada "Horchata", Katalancada "Orxata"  (okunuşu orçata) adı verilen içecek satılıyor. Badem, pirinç, susam tohumu ve arpadan yapılan bu içeceğin sunumu genelde 'farton' adı verilen çörekle yapılıyor. Hemen aldık bundan, tadını çok sevdim ama bildiğim hiç bir şeye benzemediğinden tarif edemiyorum - deneyeyim mesela- hindistan cevizi suyunun biraz daha tatlı hali ama tam olarak o da değil işte :) İşte kendisi şöyle bir şey :


Genel olarak şehre hayran kaldım. Mimarisi büyüleyici. Neredeyse her binada "aa şuna bak" diyebileceğiniz bir özellikle karşılaşıyorsunuz. Barcelona'ya ilk geldiğim zamanlarda Barça için de aynı şeyi düşünmüştüm, ama şimdi zaman geçtikçe insan daha az görüyor işte, bildiği şeyler çok da ilginç gelmiyor. Ama elbette o benim burada  ilk göz bebeğim şimdi :)

Kaldığımız süre boyunca hava olağanüstüydü. Tam da o haftasonu Bcn'da yağmur yağacağını düşünüp çok mutlu olduk kaçıverdiğimiz için. Soğuk havalarda çekilmez oluyoruz ikimiz de, ikimiz de nemrut :) Valencia da sadece hava değil ,insanlar da çok güzeldi. Otel odamızı ayarlayan resepsiyonistimizden tutun da, yemek yediğimiz yerlerden,yolda soru sorduğumuz insanların her birine kadar... Bunda 2 kız olmanın etkisinin çok olduğunu biliyoruz tabi.. Yalnız çok ilginç, neredeyse tüm Valencia gezisi boyunca hiç yalnız kalmadık :) Ya bandocular takıldı peşimize, ya bir grup Marstan olduğunu tahmin ettiğimiz centilmenler :) Çok güzel ağırladı bizi Valencia saolsun unutturdu Renfe'de valiz üstünde geçen saatlerimizi....

Valencia muhabbetimize ve fotoğraflara bir sonraki postta devam edeceğim ki bu yarın olabilir...Çünkü...önümüzdeki hafta burada paskalya  tatili. Veee 2 güne annem ve babam burada olacaklar. Bloga gelmeye vaktim olacağını sanmıyorum..Heyecandan öleceğimmmmm. Çok güzel olacak çoook!...

Eh bugün neredeyse bitti, güneşli bir cuma günü diliyorum size....


11 Mart 2012 Pazar

El Bulli-2 / Food Laboratory

El Bulli Dos yani 2, neden çünkü bu konudan daha önce bahsetmiştik http://sevgilibebe.blogspot.com/2011/11/dantel-ve-ekmek.html ,
neden çünkü daha bitmedi anlatacaklarım ... Yakında bir dosya yapacağım artık Ferran Adria hakkında :) Ciddiyim ben, bu konuyla ilgilenmekten kendimi alamıyorum.

Öncelikle şunu söyleyeceğim konuyla bağlantılı...Benim en küçük- ki biz ona en cüccük deriz :)- teyzem, üniversitede doçent - şimdilik! Kısa zaman sonra kendisi çılgın bir prof olmaya aday. İşletme bölümünde olduğundan akademik konular üzerine hep bu tarz sohbetlerimiz, paylaşımlarımız olurdu...Ama ben işletme üzerine bu master programını yapmaya başlayınca ve "keşke lisansımı da burada yapsaymışım" diyecek kadar sevince, elbette ortak alanlarımız daha çok arttı. Doğduğum günden beri bana yaptığı kıyaklar saymakla bitmeyecek olan teyzem, bir kere daha ayaklarımı yerden kesecek bir teklifle geldi. 2 hafta önce trende gidiyorum arkadaşlarla, bir baktım teyzem mail göndermiş, diyorki editörlüğünü yaptığım inovasyonla ilgili kitaba, senin  El Bulli yazını adın ve sitenle koymak istiyorum, ne dersin? Ne mi derim, Allah derim :))))))) Nasıl mutlandığımı tahmin edersiniz.. Elbette inanılmaz da gaza geldim, geçen haftaki finans sınavı nedeniyle bir türlü gelememiştim bloga, ama işte şimdi El Bulli'nin devamı ile buradayımmm... Teyzeme buradan sonsuz teşekkürlerimi iletiyorum..

Girişi Ferrancığımın yeni resmi facebook sayfasını vererek yapıyorum, buyrunuz:
http://www.facebook.com/pages/FERRAN-ADRIA/26371422970?sk=wall

En son ne demiştim peki? Bundan önceki yazıda, hatırlayalım,restoranı kapattığını söylemiştim Ferran Adria'nın.  ( ismi çokça tekrarlıyorumki, duyduğunuzda "ahanda ben bunu biliyorum" diyebilin diye :) ) Restoran kapanmış ama kapanmamış. Yine dediğim gibi "El Bulli Foundation" adında bir oluşum başlatılmış. Nedir bu oluşum?
2014 yılında açılması planlanan El Bulli Foundation yani kurumu için Ferran Adria şöyle söylüyor: "El Bulli 'yi kapatmadık sadece görünümünü değiştirdik." Tamamen "inovasyon" üzerine kurulu, her sezonda yaklaşık 15 kişi istihdam edecek bu kurumun mottosu ise şu "Freedom to create". Bunu "yaratmak için özgürlük" ya da "yaratım/yaratma özgürlüğü" olarak çevirebiliriz dilimize. Bu arada El Bulli'de işe alınacak insanlar seçilirken farklı disiplinlerden gelen kişileri tercih ediliyor. Mimari ve dizayn özellikle bu yeni kurumda altı çizilen ögelerden. Ana temalar ne olacak?
Inovasyon - Risk - Yaratıcılık
Adria yaratıcılık konusunda şöyle diyor "Yaratıcılık benim için çok önemli bir nokta ve bu konuda çok netim. Bir şey ya yaratıcıdır ya değildir!"
Bu kurumun bir diğer özelliği ise şirketler için gittikçe daha çok önem kazanan "çevreye duyarlılık" konusuna olan eğilimi olacak. Green El Bulli ( yeşil El Bulli) teması altında ekoloji ve sürdürülebilirlik adına çalışılacak.
El Bulli Foundation'ın bir okul olmadığını söylüyor büyük şef. Daha çok bir "gıda laboratuvar"ı olacağından, brainstorming e ağırlık vereceklerinden, herşeyin deneyimsel olacağından bahsediyor. Burada bir önemli nokta daha var, o da oluşturulacak olan dijital arşiv. Tüm yaratımların online olarak izlenebileceğini de ekliyor Adria sözlerine: "Yapılan birçok çalışma internette yer alacak. Feedback yani geri dönüşler bizim için hep çok önemli". Bu arada ekleyelim, ziyaretçiler de günlük akışı bozmayacak şekilde bu yaratımı canlı canlı seyredebilecekler. Kendi sitelerinde El Bulli tv ve bir de blog bağlantısı koymuşlar. Sitenin adresi şu : http://www.bullifoundation.org

Ben bu yazıdan önce bazı makaleler okudum ve El Bulli Foundation'ın sayfasını karıştırdım. Ferran Adria'nın "natura" adını verdiği, doğadan ilham alınarak oluşturulmuş tatlı serisinin fotoğraflarından oluşan bir slide gösterisine denk geldim. Onu buraya ekliyorum. Yaratıcılığın sınır tanımayacağına dair gerçek bir örnek...


Google Talks'u duymuşsunuzdur. Ünlü müzisyen, yazar, sanatçıları davet edip onlarla söyleşi yapıyorlar. Adria ile de yapmışlar. Konuşmaya dinleyicileri gülümseterek başlıyor Ferran Adria : " When I was invited to Google, I said 'yes', because I always say 'yes' to wierd things. But then I asked to myself what the hell I am gonna say to Google??"
"Google beni davet ettiğinde tamam dedim, çünkü ben garip şeylere her zaman 'evet' demişimdir. Ama sonra durdum ve kendi kendime şöyle dedim, ne halt anlatıcam ben Google'a ?" :))))
İzlemek isterseniz linki http://www.bullifoundation.org/2011/02/adria-goes-to-google-to-promote.html

Ben 2014'te büyük konuşuyorum yüzde 1500 burada olacağımdan, bu yazı burada bitmez sevgili okuyucular :) Dahası gerçekten de bitmedi, çünkü Adria ile bağlantılı bir konudan daha bahsedeceğim gelecek yazılarda, elbette yaratıcılık olacak içinde, elbette inovasyon. Adria olur da, yaratım eksik kalır mı...

Size zırt pırt gülümseyeceğiniz çok güzel bir hafta diliyorum. Kapanışı bu saatte beni yerimden kaldırıp dans ettiren bir şarkıyla yapıyoruz, Adeuuu!


13 Şubat 2012 Pazartesi

Romantic Disorder

Andorra'ya gitiğimiz haftasonu kendime bir söz verdim. Tamam 4 yıl boyunca çalışma hayatının içinde en çok özlediğim şeylerden biri uyku oldu, yalan değil. Sabahları erken kalkmak boğa burcunun kabusudur..Biz uykuya olan düşkünlüğümüz ve tembelliğimizle nam saldık bunca zaman..Burada derslerim akşam olduğu için Barcelona'ya geldiğimden beri erken kalktığım gün sayısı çok azdır. 1 kere sabah 6 civarında uyandım mesela, o da yabancılar şubesine erken gitmek içindi. Geriye kalan sabah altılarda uyanık oluşum genelde o saatte partiden eve dönüşümden kaynaklandı :))) Ama yeter di mi. İnsanın totosu tembelliğe bir alışmaya görsün sayın izleyiciler. Bu toto kalkıp hiç bir yere gitmez oldu. Ama sürekli söyleniyorum, dersler ağır, çok ödev var sunumlar ot mok,hiç bir şeye zaman yetmiyor! Hayır, gerçek neden bu değil, anladım. Yani biliyordum da itiraf ettim. Neyse uzun lafın kısası, Andorra'dan döner dönmez spor salonuna gitmeye başladım, sabah erkenden kalkıp ders saatine kadar Barcelona'yı da tavaf edeceğime dair söz verdim kendime. İnanmazsınız 2 haftadır performansım beni şaşırtıyor :)


Geçen pazar günü kaç zamandır istediğim bir müze ziyaretini sonunda gerçekleştirebildim : Museu d'Historia de Catalunya. Yani Katalan tarihi müzesi. Üniversitede Humanities dersini alan var mı? Yeditepeliler bu baş belası dersi çok iyi bilir. Tüm transcriptimde içinde D geçen tek ders ahanda budur! İnsanlık tarihi dersi bahsettiğim. Tamam işte,  müzenin ilk kısımları Katalan tarihi adı altında insanlık tarihinden bahsediyor. İlk zamanlarda yapılan basit aletler zaman ilerledikçe komplex bir hal alıyor. Burada dikkatimi çeken bir şey taa o zamanlarda bile kadınların süs eşyası kullandığı oldu. Hep diyorum, kadına yatırım yapacaksın arkadaş..Para icat edilmemiş düşünsenize, 'al kolye ver küpe' muhabbetleri gırla...Yalnızzz iyi ki o dönemde yaşamamışım, tek bir eşyamı takas etmezdim öyle duygusal bağlarım var benim :) Neyse..




Günümüze doğru yaklaştıkça, tarih kana bulanıyor. Daha önce de bahsettiğim üzere İspanya diktatörü Franco döneminde yapılan zulüm, işkence ve katliamlar, o dönemde kullanılan medya araçlarıyla gözler önüne seriliyor.


Müzenin sonuna doğru günümüz Katalan halkından fotoğraflar koymuşlar. Bir doktor, bir öğretmen...bir mimar..Mesela Gaudi...bir aşçı...Mesela Ferran değil mi..



Ferran demişken aklıma geldi, ben El Bulli ile ilgili yazı yazmıştım ya, sen Ferran alın git restoranı kapa.. Şaka bir yana Senyor Adria gerçekten kapatmış restoranı ve Bulli Foundation adında yeni bir oluşuma doğru adım atmış. Henüz araştırmasını yapmadım, en kısa zamanda güncelleyeceğim bu bilgiyi. Eveet nerede kaldık...Dediğim gibi en son da Katalan fotoğraflarıyla bitiyor müze gezim. Yine dikkatimi bir konu çekti gezerken. Her zaman olduğu gibi engelli insanlar için kolaylık sağlanmış müzede. Barcelonanın birçok yerinde bu böyle. İkincisi ise çocuklar için minik alanlar kurulmuş. Mesela bir yerde langırt gördüm. Böylece aileler rahatça gezerken bebeler de keyifteler. Son olarak bir nokta daha. Bizde müzeye gitsen hiçbir yere elleyemezsin ve fotoğraf çekemezsin. Burada herşeye dokunuyorsun, ay kırıldı yok bu oldu...Sergi değil yani..Yaşayarak, hissederek anlıyorsun..Örneğin bir deri parçasını nasıl o zamanlarda işlediklerini bir video koyarak göstermişler ve hemen bir bölmede siz de deneyebiliyorsunuz bu işlemi. Alet edevat hazır. Güzel bir mantık.. Bu arada, müze, o gün ücretsizdi. Bu müze ve birkaçı daha her ayın ilk pazar günleri ücretsiz. O kadar çok müze varki ...


Müze çıkışı yalnız olmamın verdiği huzurla biraz yürüyüş yapmak için sahile gideyim dedim..Ne zamandır şu 'W Hotel'i bir göreyim diyordum, eh bu sefer kısmet oldu :) Ama W Hotel değil anlatacağım asıl olay..


O gün pazardı ya, ben sahile bir indim, o kış günü bir dolu insan..Ne yapıyorlar? Elbette spor! Patenciler ve kaykaycılar klasik onlar her yerdeler...Bir de bisiklet tabi ki..Millet deliler gibi koşuyor yaaa. İyi de kış mevsimi, hava soğuk değil de fazla serin diyelim. Arkadaş hani tembeldiniz siz?


Tam o sırada bir kısım insanın sahile karşı oturup bir şey izlediğini farkediyorum. Yaklaştıkça anlıyorumki, izledikleri şey sörf yapan insanlar..Ne garip değil mi? Küçüklüğümüzden beri bize ne öğretilirse onu almışız ve onu doğrumuz yapmışız. Mesela dondurma yazın yenir. Geçen buzz soğukta dondurma yerken kendimi nasıl suçlu hissettim anlatamam. Sonunda hasta olacağım çünkü..Ama olmadım. Denize yazın girilir. evet hepsinin belli mantığı var. Burda şu şarkı devreye giriyor: ' Seni de beni de yiyiyorlar".. Demek istediğim o soğukta nasıl suya girdiklerini hayretler içinde izledim. Kıyafetler korunaklı ama ne kadar olabilirki? İzledikçe keyiflendim, nasıl eğleniyorlar hepsi...Bir de kulağıma deniz sesi çalınıyor ya, yok benden mutlusu...Bir video çektim buraya koymak için...Kokusunu alamasanız da sesini duyalım, yazı beraber özleyelim diye :)
Neye yanıyorum biliyor musunuz? Yıllarca pazar günleri ne yapsak, nereye gitsek diye düşündük durduk. Allahtan babamın pazar günü gezme sevdasıyla annemin doğaya aşık olması birleşmişde pazar günlerini alışveriş merkezlerinde geçirmemişiz. Ama elbette oldu bizim de çok gittiğimiz. İşte o günlerimize yanıyorum. Bizim kültürümüzde spor yapmak=zayıflamak olmasına yanıyorum. Burada kazanıyor olduğum en güzel alışkanlıklardan biri bu olacak galiba. Sporu hayatımın bir parçası yapmak. Baktıkça deliriyorum. Zaten bir sonraki paragrafı bu delirme sonrasında soluğu aldığım buz patenine ayırıyorum :)


Dediğim gibi aldığım bu spor yapma gazı, içimde biriken enerji ve hırs sonrasında Dima'yı sürükleyerek buz pateni yapmaya götürdüm Sürükleyerek çünkü Andorra tecrübesi sonrası yavru maymun fena korkmuştu :) Hem denemek istiyor, hem de "bak daha düşmeden ağrıyor totom, o kadar bozuldu psikolojim" diyor :) İkna çabalarım sonuç verince her adını söylediğimde erkeklerin kalbinin hop ettiği Camp Nou yollarına düşüyoruz.

Benim bu buz pateni sevdam taa ilkokul üçte annemlerin beni kursa yazdırmasıyla başladı. Ankarada o çılgın soğukta napabilirsinki? Ancak karla soğukla ilgili bir aktivite bulacaksın..Ne kadar teşekkür etsem azdır, anneme ve babama..Bütün maymun iştahlılığıma katlandılar yıllarca. Karakterimde varmış meğer...Ama bak yıllar sonra meyve veriyorum :) Neyseciğim.. Biz Camp Nou'ya vardık, patenlerimizi alıp piste çıktık. Ortalıkta bir amca, amca belki yanlış kelime, bildiğin bir dede dolaşıyor. Üzerinde kırmızı şeytan kostümüyle. Adam dakka birden sardı bize. Katalanmış elbette :) Nasıl şirin..Bir de anlasak...Tamam genel fikre hakimiz de, o kadar işte...Gidene kadar konuştu, buz pistinin üzerindeki Barça'nın logosuyla fotoğrafımızı çekti, ben videosunu çekerken artistik hareketler yapıp poz verdi. Yani tüm şirinliğini sergiledi kısacası. Ben piste çıktığımda ilk bir sendeledim sonra hemen yolumu buldum. Ama bu Dima'nın ilk deneyimi olduğundan şeytanla elele uzunca bir süre kaydı :) Baktım bizim yaşlı şeytan kaymaktan çok anlatmayı seviyor, gidip Dima'yı kurtardım cehenneminden. Biz orda masum bir şekilde kayarken, piste 5-18 yaş arası veletler çıktı. Nasıl bir kaymaktır bu? Tek ayak üstünde bir figürleri var, bak bunu burda söylüyorum, o hareketi öğrenicem, vidousunu da buraya gelip koyucam. Ben böyle klas bir şey görmedim! Hatunlar normal yoldaymışçasına-ki ben o hareketleri karada da yapamam- vücutlarını buzda esnetiyorlar. Elbette onları izledikten sonra ikimizin de gözü döndü. Mart ayının sonlarına doğru açılacak kursun talipleriyiz :)




Bunlar rüyalardı. Bu hafta iki sınavımın olduğu ise soğuk bir gerçek. Bir de tez/proje muhabbetinin ilk çeyreğine girmiş bulunuyoruz. Bir de zorunlu stajımız var. Olsun, hepsine hazır Melikuş. Her gün bir öncekinden daha güzel çünkü..Harika bir hafta herkese....

7 Şubat 2012 Salı

Esprit de Corps

Ufff ne çok zaman oldu gelmeyeli yazmayalı...Taaaa Portekiz'e gitmeden önce gelmişim buraya. Portekiz'e gittim, Türkiye'ye gittim döndüm, Andorra'ya gittim geldim, bir dolu anı ekledim yaşlanınca anlatmak için ve sen hala burada beni bekliyorsun öyle mi canım blogum :))))

Eveeeeet nerden başlasak nerden...Birşey söyleyeyim mi biraz da kaçtım sanki buraya gelmekten..Portekiz'de olan birkaç alakasız olay sonrası keyfim kaçtı sanki...Ama şimdi süperim, dönüşüm muhteşem oldu, no worries :)

Okke hadi başlayalım bıdı bıdıya...Yalnız Portekiz'i başka bir posta saklıyorum, canımın istemesi lazım onu anlatmak için..Türkiye'de neler oldu...Gidene kadar neler düşünüyordum yarabbim...Çok aşık oldum Bcn'ya ama yok ben İstanbul'u çok özledim, yok ben beyaz peynirim olmadan yaşayamam, hani kuru fasulyem falan da filan..Ama gel görki kazın ayağı öyle değil imiş..Şöyleki...Ben AHL'ye indim, havaşa binmek için dışarı çıktım. Bir de baktım Türkler, bir de baktım İstanbul..Bir de baktım herşey yerinde, sadece Türkçe konuşmak garip yani güzel geldi...Meğer ben hiiiiiç özlememişim İstanbul'u...Sen misin bunu duyan?! Arkadaş İstanbul bana etmediğini bırakmadı. Ben böyle bir soğuk görmedim. Yazık Çağrı kalkmış Bursa'dan 2 günlüğüne beni görmeye gelmiş, 2 dışarı çıkalım dedik ağzımızdan burnumuzdan geldi..Sulu kar mı desem, yağmur, rüzgar...Yüzümü hissetmiyorum soğuktan...Ellerim zaten vücudumun bir parçası olmaktan çıkmış...Sen misin güneşli yeri bırakıp, buraya gelen..Sen misin beni aldatan başka şehirlerle...Tokadı yedim anlacağınız...Haketmiştim ama doğrusu :) 1 hafta İstanbul'da kaldığım sürece 1 saniye durmadan tek yaptığım şey koşmak oldu..Tüm arkadaşlarımı görebilmek adına..Onlar da benim için gecenin bir yarıları evime taşındılar...Çook ama o kadar güzel zaman geçirdimki anlatamam...Hayat aileyle ve arkadaşlarla güzel diyorum ya hep, hep aynı şeyi hissediyorum....Neler yaptık? Çok konuştuk, alışveriş yaptık, yeni mekanlarda yemekler yedik-sonunda İstanbul Modern'in restoranına gidebildik Feyzoşumla... Her ne kadar çalışanlar umursamaz bir tavırda olsalarda yemek şahane ve manzara hüperdi...1 haftanın sonunda yılbaşı için İzmir yolları gözüktü bana, malum büyük aileyle kutlama vardı...Eskiden toplanır kutlardık yılbaşını ama son zamanlarda herkes bir yerlere dağıldğından pek mümkün olmuyordu. Bu yıl ufaklıklar yine gelemese de çok güzel bir gece geçirdik...Onlara Bcn'dan Cava ve domuz bacağı aromalı cips götürdüm...Annanemi bu yaşta günaha sokmak da güzel :))) İzmir'de hava çok daha güzeldi. Yine arkadaşlarla ve aileyle bolca geçirdiğim zamanlar...Ortaokuldan arkadaşlarıma kadar görüştüm..Hatta blogum hakkında komplimanlar aldım, bir de hediye caz cd'si, yeniden teşekkürler :)))

Sonra dönme vakti geldi çattı. Hem ayrılmak istemiyorum sevdiklerimin yanından hem de dönüşte finaller var, bastı beni korkular...Ama Barcelona havalanına inene kadar sürdü herşey-El Prat...Daha inme pozisyonunu almadan güneş ısıttı tüm vücudumu...Gözlerim kamaştıkça, bir zamanlar İstanbul için yaşadığım delirmeleri şimdi başka bir şehir için yaşadığımı farkederek güldüm kendime...İlk iki hafta dediğim gibi koştur koştur sunumlar ve sınavlarla geçti..Sonra bir gün arkadaşlardan biri "tak etti canıma, bir yerlere kaymaya gidelim, ben bir tur buldum" deyince, herkes bunu beklermiş gibi atladı....Vakit yaklaştıkça sayımız azaldı ama o kadar güzel bir haftasonu geçirdimki Andorra'da...anlatamam...ama deneyeceğim :)


Girizgahı Andorra'yı tanıtarak yapmak istiyorum. Ben bu önbilgi olayını çok severim :) Principat d'Andorra yani Andorra prensliği yaklaşık 90bin kişinin yaşadığı, gelirinin %80nini turizmden sağlayan Fransa ile İspanya arasında kalan, dünyanın 6. minik ülkesi. Fransa ile İspanya arasında kalmış olması sadece coğrafik olarak değil...Dili para birimi de arada kalmış, Katalanca konuşup, şimdilerde euro kullanıyorlar. Portekizce ve Fransızca da yaygın çünkü ülkeninin çoğunluğunu Andorralılar, İspanyollar, Fransızlar ve Portekizler oluşturuyor. Kendi havaalanları ve demir yolları yok. En yakın havalimanı Fransa'daki Toulouse ya da İspanya'da Girona veya Barcelona. Dağların üzerine kurulu bir ülke olmasından dolayı serin yazları, buzzz kışları var. Elbette bu kışlar, kış turizmini beraberinde getiriyor. E biz de bundan geri kalmayalım deyip bir haftasonu atlayıp Andorra'ya gittik.



Sınıftan 6 kişiyiz giden. İki kişinin önceden kayak deneyimi var, diğerlerinin "0". Telesiyej kelimesi bizim için hayal yani o ana kadar. Bulunduğumuz alanda ders de veriliyor ama bizim arkadaşlar ısrar ediyor 'biz size öğretiriz' diye.Bir de yolda vıdı vıdı başımızı yiyen çocuğun teki, eğer daha önce buz pateni ya da rollerblade yaptıysanız, mantığını hemen kavrasınız, diyor, yutuyoruz. Taktık ayağımıza koca koca kayakları elde bastonlar -bilmiyorum özel bir adı var mı- tıngır mıngır telesiyeje. 3 süper zeki hatun bindik biz bu alete ve korumalığı indirmemişiz. Yarabbi nasıl titriyoruz aşağı baktıkça. Birimizin de aklına gelmiyor mereti indirmek.  Ve sürekli izlediğim korku filmi geliyor aklıma, telesiyejde takılı kalıyorlar ve gece oluyor,çocuk atlamak zorunda kalıyor, ortalık kan revan...Bu arada bir de fotoğraf çekmek istiyorum-bak sen keyfe bak- ama makinayı kabından çıkarırken yanlışlıkla azıcık dengemi kaybederim diye üçbuçuk atıyorum. Bir fotoğraf çekildik, koysam buraya gülmekten yarılırsınız. Hani bebekler çok korktukları birşeye kıkır kıkır gülerek tepki verirler , aslında ölümüne korkuyorlardır ya..Hah işte benimki de o hesap...Bıraksalar bağırıcam "anneeeeeeeeeeeeee" diye....Sağ sağlim indik biz bu aletten ama inmez olaydık. Bize en kolay rotadır bu diye söyledikleri pist, bana göre bildiğin kış olimpiyatları için hazırlanmış gibi... 2 dev tepeden oluşuyor. Birincisini güç bela atlattım ama çook komiktim gerçekten..Kaymadımki ben orda, bildiğin yampiri yampiri yürüdüm...Yanlışlıkla bir kayayım desem, şu şarkıya bağlıyorum modu "üflemeyin sakın dostlar, uçuyorum oh oh"... Resmen uçuyorum, kaymıyorum. Ama buraya kadar iyiymişim gerçekten, olay 2. tepeye gelince ortaya çıktı. Bu bizim deneyimli arkadaşlardan biri bana accayip gaz verdi "sen böyle kayıyosun, şöyle güzel öğrendin, hemen kavradın, düşmekten korkmuyosun, önemlisi de bu" falan filan...Ben bir Türk olarak aldım bu gazları koydum cebime ve düştüm yola...Yav şimdi bunu yazarken ve arkadaşlarla konuşurken süper komik ama gel görki o an, birazdan anlatacaklarım ölümün ta kendisiydi. Ben ve gazım kaymaya başladık. Aldığım gaz mı beni itti yoksa ben mi kendimi, bilmiyorum. Gene bir kanatlanma durumundan sonra aa bi de baktım yerdeyim. Ama kafam yerde, bacaklarım değil! Dur azıcık gülücem burada :)))) O kadar kötü, o kadar kötü bir durumdayımki..Tek gördüğüm şey ayaklarım, ve çalışan tek organım ağzım, arkadaşıma yalvarıyorum "Cecy, Cecy, Cecy"..Gel bile diyemiyorum, öyle acınaklı bir sesle sürekli kızın adını tekrarlıyorum, verdiğin gazı gel al gibilerinden...Pozisyonum o kadar kötüki nefes alsam geriye doğru başımın üstünde kayıyorum. Biri elini verse, toparlanmak1 saniyenin işi ama Cecy de çok yakın değil. Ben sakin olmaya çalışıyorum ama olacak gibi değil. Bu pozisyonu eğer toparlayamasaydım olacak şey şuydu, iki bacağım da dizden kırılacak. Çünkü arkaya doğru kayarak yana doğru açılıyorlar! Bilmiyorum şu an azıcık gözünüzde canlandı mı, ama bırakın canlanmasın mümkünse :) Ne büyük rezalet... Neyse Cecy sonunda geldi elini uzattı ve dediğim gibi saniyelik bir olayla ben düzüme döndüm. Kalbim çıksa çıkardı o an...O haldeyken tek düşündüğüm, en yakın hastanenin nerde olduğu, beni burdan kimin alıp oraya götüreceği, okuluma nasıl devam edebileceğim gibi dertler...Offf yine tırstım yeminle o anı hatırlayınca...Daha komiğini söyleyeceğim şimdi. Cecy beni kaldırdı hala öğüt veriyor, şöyle yap böyle yap diye... O sırada kendisi dengesini kaybedip, gelip duran bana çarpmasın mı...Haydaaaa başladım mı ben yine uçmaya... Bu sefer ciyak ciyak bağırıyorum ama :)) En sonunda bir İspanyol grup geldi yardımıma yetişti.. O panikle bir de İspanyolca konuşmuşum, hay Allah... Bir süre bana öğretmeye çalıştılar "paralel git" diye birşeyler zırvaladılar ama benim tek düşündüğüm bu dağdan nasıl ineceğim olduğu için, "Adeooo!" demekte gecikmedim. İki tepe arasında meğer jet-ski'nin karda yapılanı gerçekten adını bilmiyorum, geldi aldı beni ve diğer bilmeyen arkadaşlarımı da aşağı taşıdı. Sanki 2 dakika önce bacakları ayrık geriye doğru giden dedemdi. Bu alete oturunca off bir keyiflendim yeniden...Dünyanın en güzel şeyi olabilir..Hatta oradaki en cool alet..Elbette kullanmak değil arkada oturmak..Mümkünse karlı bir dağ görmeyeyim yalnız uzunca süre....Buz patenine benziyormuşmuş..Oldu canım, görürsem bir ara... Bu saçma deneyimden sonra inip Andorra'da dolaşmaya başlıyoruz. Önemli bir ayrıntı.. Andorra tax-free yani vergiden muaf bir bölge. Free shop'un ülkeye dönüştürülmüş hali..Parfüm, elektonik, sigara, içki daha ucuz yani... Biz hiçbir şey almadık, bilmiyorum neden...Ama almak isteyenler için cennet gibi...
O gece yatarken Dima güzel bir cümle kurdu, önce dedi ki "neden ders almadık"..Sonra "herşey olabilirdi, bir yerimizi incitebilir, kırabilir, aylarca hastanelerde sürünebilirdik." "but really noo..i am smarter than this".."Ben bunu yapacak kadar aptal değilim". Tanrı bize bir şans verdi biz de onu ikinci gün kullanmaya karar verdik. Dualarla uyuduk...


İkinci gün öğreniyoruzki yeni başlayanlar için başka bir pist varmış. İlk günkü hezimetten sonra bu pist bebek oyuncağı kaldı tabi! 3 kere kaydık sonra "ee bu ne be?!" hissi geldi oturdu. Dönüşte ben duramayıp minik bir tepeden kayıyorum ve hevesmi alıp son noktayı da böylece koymuş oluyoruz.

İlk gün Andorra'da güneş vardı, bir de kayma olayı bizim için ciddi bir aktiviteye dönüştüğünden, spor salonunda koşarcasına terledik. İkinci gün ise deli gibi soğuk ve fırtınalıydı. Çılgınlar gibi kar yağdı. Bilmiyorum en son ne zaman böyle bir manzara görmüşümdür... Tadını çıkarıp karlara uzandık, kartopu oynadık.. Bildiğiniz çocuklar gibi şendik yani :)))


Andorra macerası böyle geçti..Şimdi benim asıl Barcelona ile ilgili anlatacağım şeyler birikti ama onu bu yazıyla birleştirirsem galiba fazla olacak.. Onun yerine fotoğraf ve video ekleyeyim ben, sonra kısa zamanda yeniden yazacağım..Tembelliğimi üzerimden attım, böyle biline!