19 Nisan 2008 Cumartesi

kadınlar....yazarlar....

...
Yağmuru kim döküyor,
Ünzile kaç koyun ediyor,
Dayaktan uslanalı,
Hiçbir şey sormuyor...
...

Sabah işe giderken otobüste Elif Şafak'ın son kitabını okuyordum-Siyah Süt. Elif Şafak, benim kelimelerimi uzak diyarlardan çağırmama yardımcı olan yani bana ilham veren yazarların başında geliyor (Kürşat Başar liste başı:)) Neyse, bu kitapta kadın yazar olmanın, anne yazar olmanın sıkıntılarına değinmiş ve hatta bunu yabancı yazarlarla da örneklendirmiş. Yazma tutkusunu sürdürürken "nasıl iyi bir anne olacağım" korkusu çok rahat hissediliyor Şafak'ın her kelimesinde.


Ofise gelince dün akşamki programdan aklımda kalan Şebnem Ferah'tan şarkı indirmeye karar verdim ve eskiden çok sevdiğim ve "aa böyle bir şarkı vardı" dediğim "Ünzile" ye denk geldim. Orjinali Sezen Aksu' ya ait olan bu şarkı bana iyi mi geldi...Bilmiyorum...Yeniden " kadın" damarımdaki kanım hızlandı..Bilmiyorum ne yarası taşıyorum ama hemen kabuk düşüyor, bir yerlerden mikrop kapıyor,iltihaplanıyor bu konu bende. Çok dokundu şarkı anlatamam..Daha önce bu kadar dikkat etmemişim sözlerine. "Ünzile kaç koyun ediyor" dedikçe zorla evlendirilen çocuk yaştaki kızlar geldi aklıma, mal değil koyun etmediği düşünülen kadınlar, sadece öbür cinsin varlığını sürdürebilmesi için dünyada olduğu varsayılan çıkmazlar... 'Neden' ve 'ama' larla dolu bir sürü cümle ve soru arasından sıyrılana kadar modumu değiştirene kadar epey uğraştım..



Şimdi yeniden aynı melankoniye girmemek için konuyu azıcık saptırayım yeniden Elif Şafak' a döneyim... Bu nasıl bir kadın çözebilmiş değilim...Sırf elimde okuyacak kitabı olsun diye bütün kitaplarını okumamaya çalışıyorum, almamak için direniyorum. Araya başka yazarlar katıyorum, saplantı halini aldı resmen...Ama anlatımları, kurguları bitiriyor beni... Aynı durum dediğim gibi Kürşat Başar için geçerliydi ama artık ona yapacak bişi yok çünkü yeni kitaplarının çıkmasını bekliyorum..Televizyondaki programını da takip etmeye çalıştım uzunca süre...Bir de Uğur Özakıncı vardı....İlk defa bir kitabını (Siyah) okuyup hızımı alamayıp, delirdiğim, kitaplarını sömürdüğüm..Ve fakat genç yaşta vefat etti...Aman ne ağladım ne ağladım... dönüp dönüp yeniden okudum o satır aralarını...yeniden imgelemlerini çözmeye çalıştım..en baştan aldım dönüp dönüp...Çok ama çok seviyorum bu üçlüyü...sanki ablam-abim gibiler.....yazmak kadar okumak güzel..okumak kadar yazmak....

ne de güzel french toast, amann pek de güzell..


Birkaç pazar geçti üzerinden ama aklımdaydı yazmam gerek bunu.. Dans çalışmam öncesi bir fırlama pıtırın önerisiyle kendimizi Cihangir--hayde breee--de bulduk. Tanıdık bildik gördük gezilmemiş yer bırakılmadık Cihangir'de Symrna adlı kafede kendimize hemmencecik bir köşe bulduk. Symrna, Alman Hastanesinden indiğimizi düşünürsek tıpkı diğerleri gibi meydana yakın konumlanmış şirin bir kafe. İçeriye girince hemen havanızı değiştiren bir dekor sarmalıyor sizi. Eskitilmiş dolapları, sarkıt lambaları ve beyaz deri üstüne kırmızı düğmeli benim favorim olan sandalyeleriyle 12den vuruyor beni..

Pazar gününün hakkını yemeyip, gazetelerimizi seriyoruz masaya. Bulmaca eklerinde element simgeleri arasında boğulup, sol alt karedeki sanatçıyı bulmaya çalışırken güleryüzlü servis elemanı siparişler için geliyor. Ben her zaman yapmadığım birşeyi yapıyor menüye bakmadan kendimi pıtırın seçimine bırakıyorum. "Sakin ol Melike herşey çok güzel olucak" diyor pıtır gözlerimdeki merakı anlayınca.



Bulmacadan sıkılıp sevdiğimiz köşe yazarlarını da tüketince yeniden muhabbete
sarıyoruz. Koyulaşan kelimeler çok sevgili "french toast"umuzun gelişiyle
bölünüyorlar. Görüntüsüyle beni cezbeden bu şeyi ballandırdıkları yetmiyormuş
gibi ağzımızın suları sel olsun diye yanına çilek reçeli koymuşlar..Fotoğrafını eklemem mi? Buyrunuz...




En kısa zamanda yeniden atacağım kendimi Symrna'ya çünkü pıtırcan buranın limonatasının da enfes olduğunu söyledi ve fakat artık onu içmek galiba güneşli bir yaz sabahına kısmetmiş:))

Kır-r-r- Zincirlerini!!!!

Çoğu zaman durup düşünüyorum sadece bu ülkede mi bu insanlar bu kadar çok çalışıyor ve bu ülkede mi hiç bir iş layıkıyla yapılmıyor diye. Burnumuz kanamış gibi çalıştığımız şu günlerde kısa bir tenefüs yapmaya karar verdim ve tiyatroya gittim. Öğrenciyken "amaaan gelecek hafta gideriz, öbür aya sarksın" diye umursamazlıklarımız iş yaşamında giderek saplantılı bir hırs halini alıyor, kendimden biliyorum :)

Herneyse uzun lafın kısası İstanbul Devlet Tiyatroları'nda sahnelenen "Kır" adlı oyuna gittim dün akşam. Oyun tek perde ve yaklaşık 1saat 15 dk kadar sürüyor. Çok akıcı bir dille İngilizlerin mizah anlayışları yansıtılıyor ve fakat her zaman olduğu gibi benim dikkatimi yine kadın konusu çekti. Oyunda kadın adamdan kendisini öpmesini istiyor ama adamın canı çekmiyor çünkü eşini aldatıyor, kadın bunu öğrenince gururuna yediremeyip çekip gidiyor. Ve fakat oyun sonunda barıştıklarında ne oluyor dersiniz?? Kadının adamdan kendisini öpmesini istemesiyle oyun sona eriyor ve ben de sinir krizinin eşiğinde perdenin kapanmasını bekliyorum.

Nedir bizim bu duygudan örülmüşlüğümüz yahu??

Son olarak yine kadın bedeninden sonuna kadar yararlanılmış bir oyun demek istiyorum. Çok eleştiri doldu bu yazı dakka bir top ağlarda oldu:)
Peki o zaman izleyin, konuşalım ;)