2 Eylül 2008 Salı

uğur böceklerim..m..m.. dökülsün üstüme....

Gecenin bir yarısı uyandım geçen akşam. 2 yastıklı yatağımın sol tarafını boşalttım iyice sağa yanaştım. Sol tarafta biri yatacakmış gibi çarşafını düzelttim. Sağda büzüşmüş halde uyumaya başladım ara ara uyanıp gelip gelmediklerine baktım. Çok üşüyüp uyanınca sol tarafın çarşafına ellemedim, altımdaki puffy yorganın sol tarafını bozmadan altına girdim...







Hayır delirmedim. Rüyamda biri gelip bana dedi ki " Melike sen sağ tarafa geç, sol tarafına tavandan uğur böcekleri yağacak, iyice düzeltki hepsi çarşafın üstüne yağsın".. Ben de bunun için tüm bu aktiviteleri yaptım gecenin kör vakti....Sabah bir kalktımki sağda büzüşmüş kalmışım ne yastığım var ne yorganım hepsi sol tarafta... Neymiş uğur böcekleri rahat edecekmiş!


Rüya tabirleri site ve kitaplarına göre bu durum hayır alametiymiş..miş.. Kafamdaki bir plandan diğerine isabet etse o da yeter:)

18 Ağustos 2008 Pazartesi

şirin şeyler...



Kardeşim solak... Pek ayrıcaklı olduğunu düşünmüyor kendisi.. Zamanla yazı yazmak dışında her işini sağ elle halletmeyi öğrendi yavrucak..







Bir zaman önce ona doğum gününde farklı birşeyler almak için yanıp tutuşurken, bir siteye rast geldim. http://www.solelim.com/ Sitede solaklar için hayatı kolaylaştıracak türlü ürün var. Cezvesinden tutunda makasına kadar... Ama beni cezbeden başka bir ürün oldu, hoplaya sıçraya havale yapıp Ata'ya şunu gönderdim... Saolsun site sahipleri de çok ilgiler.. Kargo elinize ulaşana kadar irtibatı kesmiyorlar sizle... Üstelik bir de jest yapıp, üzerinde "sol elim" figürü olan mousepad göndermişlerdi.

Müşteri memnuniyeti bu olsa gerek....




Bu arada solak olmamama(mamamamama bu ne yahu böyle ek dizgisi-nasolak diyeyim bari) rağmen bir saat beğendim kendime ve fakat stokta yokmuş... Kısmet..

17 Ağustos 2008 Pazar

herşey bir milyoorrr!!!























Uzun zamandır izlediğim en iyi film. Kabul. Uzun zamandır film izleyemiyorum. O zaman şöyle diyelim, en son kış içinde izlediğim "Into the wild" filmini çok beğenmiştim, ama bu tahta oturdu: 99 francs! Öyle ki post'a koyacağım fotoğrafları belirleyemedim galiba hepsini koyacağım.




























Filmden bir kısa bir uzun bahsedeyim. Octave efendi reklam metni yazmaktadır ve satılmayacak ürünü bile nasıl pazarlayacağını çok iyi bilmektedir. Kendi deyişiyle yarın ne isteyeceğimize bugün o karar vermekte! Elbette bu yaratıcılığı sağlamak için dopingler alıyor, ve fakat bu arada Sofie adlı bir dünya güzeline vuruluyor ve kız bir süre sonra hamile kalıyor. Aynı dönemde light bir yoğurt için reklam metni yazması gerekli. Bu noktadan sonra Octave'ın Sofie ile olan karmaşası ve reklam dünyasına olan hıncının devamını izliyoruz ekranda. Film henüz vizyonda değil. Ağustos 28de girecek diye biliyorum. Ben evde seyrettim aman siz sinemalara vurun kendinizi. Serin serin izleyin. Şahsen ben gazı aldım , film bitince ne üretsem diye aranmaya başladım. Okumak için de harika bie film hem çekimler açısından hem kullanılan imgeler açısından, neden bu tercih edilmiş yönünde sorabileceğiniz 1000 soru var. Zevk alacağınızı sanıyorum. Ve filmden kareler...



,






















9 Ağustos 2008 Cumartesi

şiir-baz

Bu aralar işler çok yoğun. Çok sıkılıyorum. Geçen fabrikaya telefon açtığımda Mr. Baygıdık'ın falım sakızı için şiir yazdığını öğrendim. Bunun üzerine Mıstafa'ya söyle sevdiceğini patlatayım ben de bir şiir dedim, Mıstafa pıflayınca ben de Leyla yaptım sevgilisini ve başladım döktürmeye. Şimdi bu Leyla'nın gözü biraz parada pulda...O yüzden....

1-

Çalıntı Şiir

Aşk kalbimi yakan bir volkan gibidir

En sevdiğim tatlı kazandibidir

Leyla gel beni sokma müşküle

Seninle kaşık atalım iki tabak keşküle


2-

En güzel şiirler-1 Eki eki :))


Dara düşürdün beni ey güzel

Duydum adın Leylaymış, yüzün gibi güzel

Bu nasıl sevda, açtın kalbimde bunca yara

Etme eyleme gel yazsın düğün arabamızda “Mıstafa&Leyla”


3-

Leyla'ya sitem


Anladım senden bi cacık olmaz Leyla

Haberin olsun kendime buldum bir Ayla

Yüzü güzel sözü güzel bir hatun kişidir

Senin gibi mal-mülk düşkünü değildir



Burada Leyla ve Mıstafa ayrıldılar... Gelelim Ayla'ya..Onun da gözü başka erkeklerde..


4-

Kendine gel Ayla


Ayla sen kendini ne sanırsın

Arkamı döndüğümde beni mi kandırırsın

Ay yüzlü dedik bağrımıza bastık

Ama sen şıp sevdilik yaparsın, gözlerinde rastık

Oydurma onları doldurum içini, yaparım yastık



Mıstafa bu akşam ayrılır Ayla'dan pazartesi işbaşı yaptığımda ben ona iyi bir kız bulucam inşallah..

6 Ağustos 2008 Çarşamba

Fırtına / Fourtuna / φουρτούνα


Στο ‘πα και στο
ξανα λέω
στο γιαλό μην κατεβείς
κι ο γιαλός κάνει φουρτούνακαι
σε πάρει και διαβείς

5 Ağustos 2008 Salı

aman da aman...bakımını da yaparmış...



Bayanların bakım olayı hep ilgimi çekmesine rağmen, bir türlü bu olayı düzenli bir pratiğe geçirememişimdir. Zaten bir marka da oturtabilmişliğim yok. İnsan bir krem belirler ve ona devam eder değil mi?! Bir dönem Clinique ürünlerine sarmıştım. Kısa sürdü tabi etkisi bende. Hatta hala duran var, all about eyes... Şimdi nemlendiricim sağdaki element...







Ama bahsetmek istediğim marka Body Shop. Farkettim ki neredeyse bütün ürünlerinden 1 kez alıp denemişim. Öncelikle çok doğal, ve kokuları çok hafif. Hayvanlar üzerinde kesinlikle test edilmiyor.








Geçtiğimiz kış bir ara "saçım çok dökülüyor, kel kalacağım" paniği yaşayarak Body Shop' a gittim. Brezilya fındığı özlü saç maskesi aldım saçım için. Ürün değişik bir kokuya sahip. Yani fındık değil de fındık yağı denebilir daha çok, biraz dertli , muhteşem kokuyor desem ciddi bir yalan olur bu. Saçımdaki etkisi yoğun bir nemlendirme oldu ve yumuşatma. Bu yumuşatma olayı ne kadar faydalı bilemiyorum, mesela kremin üstünde 15 dakika ile 1 gece arasında saçınızda bekletin diyor. Ben 1-2 saat bekletip yıkıyorum saçlar hamur gibi oluyor, fazlasıyla yumuşak. E ben bunu sabaha kadar bekletirsem deli gibi yumuşayıp saç tellerim toplu intihara gitmez mi? Bilemiyorum.. Sonuç olarak ben bunu 1kaç defa yapınca saçlarım iyileşiyor.








Bir diğer faydalı ürün ise kenevirli el kremi. Gece yatmadan cimrilik yapmadan sürüp, ellere nemlendirici eldiveninizi takıyorsunuz ve sabah kalkınca sonuç inanılmaz..z.z.....Ben hayatımda eli bu kadar yumuşak yapan, bebek ellerine çeviren birşey görmedim. Yanlız bu krem koku konusunda sınıfta kalmaz, okuldan atılır ,ben diyeyim. Yalan yok şimdi. Karar vermek gerek ya eller bir ömür koklamak istenmeyecek kadar kötü kokacak, ya da sevgili eli tutulduğunda iltifatlar yağacak. Seçim sizin.




















Derseniz güzel kokulu bir krem de yok mu, hepsi faydalı ama tütücez bunlarla, işte bu kokusuyla insanı delirten mangolu kreminiz. Elbette bu zevke göre değişir, hindistancevizi, çilek ya da kakao kokulu kremlerde var ama bu benim favorimmm!

3 Ağustos 2008 Pazar

La Cucina Italiana! Mamma Mia!






Sevgili Yüksel Abi'nin eşi Derya Abla bana, aldığı yeni çıkmış bir dergiyi uzattı. İtalyan yemek dergisi. Elime alıp iki sayfa çevirince hemen kanım hızlandı. Envai tadları ve değişik lezzetleri görünce ağzım sulandı. Akdeniz yemekleri, lezzeti ve hafifliği gibisi yok... Izgaraları, salataları, sosları, yeşillikleri...Hepsi ayrı tat, hepsi ayrı koku...Şapır şapır:).. Elimdeki ikinci sayısı, fotoğraftaki yurtdışı baskısı.. Derginin Türkçe basımı var artık.










1 tarifi buraya yazarak derginin reklamını yapmış olacağım kanısı+ taşlanmama umudu ile..

KREP

Krep için

*150 gr un
*Zeytinyağı
*1 çorba kaşığı fındık yağı (zor değil bulunur)
*Tuz

İç Dolgu İçin

*250 gr tavuk eti
*250 gr kuzu eti (kesinlikle dana tercihim)
*250 gr Çin lahanası ( ben Türk olanından kullanacağım)
*150 gr karides ( bu benim listemden çıkarıldı)
*125 gr konserve bambu filizi (artık her yerde satılıyor)
*100 gr taze soğan (1 ince tanıdık mı ne?)
*Sarımsak (olmazsa olmaz)
*Kıvırcık Salata
*Taze acı arnavut biberi (ne ola ki?)

Sos İçin

*Soya sosu
*Esmer tozşeker (beyazı henüz ölmedi)
*Nişasta
*Tozşeker
*Su

(Dergiden okurken bu kadar meşakkatli değildi!)

Yapılışı

Unu 290 ml su,tuz, 1 çorba kaşığı zeytinyağı ve fındık yağı ile karıştırın. 15 dk dinlendirip, krepleri pişirin. İnce doğranmış sarımsak ve taze soğanı, zeytinyağıyla soteleyin. Kuşbaşı tavuketi, küp doğranmış kuzu eti, Çin lahanası, bambu filizi ve karidesleri ekleyip pişirin. Arnavutbiberini ialve edin. Krep, kıvırcık ve harcı üst üste koyup sarın. 1 çorba kaşığı nişasta , 55 ml su, 80 ml soya sosu ve 20 gr tozşekeri karıştırarak ( ölçü kabı ve tartınız olduğunu umut ve farz ediyorum) hazırladığınız sos ile krepleri servis yapın. Klasik bir bitiriş.. Afiyet olsun...

'Eşşşşek Gel Buraya'




Geçen haftasonu İzmir'e ailemi görmeye gittim. Pazar günü en güzelinden bir gün çalıp, Çeşme'ye attık kendimizi. Günübirlik turların bu kadar zevkli olduğunu unutmuşum!



Karşıyaka'dan servisle Çeşme'ye ortalama 1 saatte vardık. Meydanda inince 15-20 dakika vaktimiz olduğu söylendi, biz de Atayla postacı yürüyüşüyle çarşıyı turlamaya karar verdik:)














Çeşme'nin ünlü sakızlı dondurması daha servis arabasından inmeden gözüme ilişti, kaçar mııı:) Damla sakızı sevenler için bulunmayacak nimet! Aroma konusunda çok cömert davrandıklarını içtenlikle söylemeliyim:)












Tekneye biner binmez hemen yukarıya çıkıp minderlere ve armut koltuklara serildik. Daha ilk molalarda gözüm açıldı denizin rengini görünce. Havuzdan hiçbir farkı yok, dersiniz klorlanmış! Sudan çıkmak istemedim hiiç! Hatta Atayla abartıp teknenin yukarısından atladık birkaç kez ve ben yaşlandığımı 1 kez daha anladım üzülerek. Önceden teknenin üstüne çıkıp 5 kez ardarda atlayan ve 1 sn tereddüt etmeyen ben toplamda 2 kez atladım ve her seferinde ölme korkusu yaşadım:)) Deli-kanlı değilim artık duruyor kanım damarlarımda, sessiz akıyor, coşkunsuz da mı acabaa? Acaba?!











Çok sayıda koyda durduktan sonra, Eşek Adası'nda karaya vurduk. Burada insandan çok eşek var. Sizi tekneden çıkarken karşılıyorlar. "Bu kadar eşek buraya nerden gelmiş, 2 karşı cins bunca sülaleye mi ulaşmış?!" diye düşünürken teyzemden hızlı bir cevap geldi; Vakti zamanında devlet hizmetinde kullanılan eşekler yaşlanınca getirilip buraya bırakılırmış. Zamanla burada çoğalmışlar. Ve hiç bir imkandan da kaçınılmamış. Yem yiyecekleri su içecekleri yapılar kurulmuş. Teyzem bunu anlattıktan sonra dönüp "Acaba mutlular mıdır burda?" diye sorunca hepimiz patladık: tabi)
"Eşek" denince aklıma hep annemin anlattığı çocukluk anım gelir. Bir gün evde otururken anneme gidip "Anne hadi evcilik oynayalım, ben eşşek olayım sen de sahibim ol" demişim. Gülmeyin, çocukken evcilik anlayışım buymuş demek. Hiç ahırda bulunmuşluğum da yoktur. Neyse, biz başlamışız oyuna daha dakika bir annem bana seslenmiş "eşşşek gel buraya!". Annem aynen şöyle anlatıyor: "Aman Allahım Melike bir çığlık bastın ben öyle deyince, bağıra bağıra ağlıyorsun". Annem yanına çağırıyomuş, "Ne oldu Melike?" diyormuş ben de " Sen bana 'eşşşşek' dedin" deyip çığırmaya devam ediyormuşum. "Ama," diyormuş annem "sen eşek olmadın mı, sen söyledin" diyormuş, ben de " ama sen bana 'eşşşeeek' dedin" diye tekrarlayıp duruyormuşum. Yani eşek olucaz dediysek bir sınırı var , gururlu bir eşeğiz biz de...İyi dememişim " bir de semer vursaydın" diye:)..Çocuk algısı ve psikolojisi ne kadar incelenesi, hem komik hem ciddi... (Schlotzsky's Deli sloganı gibi " Funny name, serious sandwich")


1 Ağustos 2008 Cuma

Modern İstanbul - İstanbul Modern





Uzun zamandan sonra Karaköy'e işim düştügü için gittim ve İstanbul Modern'e uğrayacak vakti buldum. En son Alman fotoğrafçı Andreas Gursky'nin retrospektif (bir sanatçının kariyeri boyunca yaratmış olduğu eserlerden derlenmiş sergi) sergisi için gelmiş ve hayran hayran geri dönmüştüm. Bu adam zamanında endüstriyel tasarım ve bina incelemesi yaparmış ve bir anda bunlarıin fotograflarıni çekmeye baslamış ve bizim ilgimizi de...











Adamın fotografları inanilmaz bir etki birakıyor üzerinizde, şöyle ki, genelde fotoğraflar geniş bir perspektiften yansıtıldıgı için fotoğrafa bakarken içinde kaybolacakmışsınız hissi geliyor üzerinize, öyle uçsuz bucaksız.. Fotoğraf tarzı böyle olunca genelde sanatçı bu tarz fotoğrafları yakalayabilmek adına belli mekanlarda çalışıp, belli temalar belirlemiş kendine. Endüstriyel üretim tesisleri, süpermarketler, borsalar, spor karşılaşmalari ya da konserler sanatçıya ilham vermiş. Elbette dijital manipülasyondan sonuna kadar yararlanılmış ve fakat imkanları bilmek değil kutsal pratik önemli olduğu için anlıyorsunuzki bu adam uçmuş denecek kadar basarılı. Elbette beğenip beğenmemek izafi bir durum.





Soldaki fotoğraf İstanbul Modern'in de tanıtım amaçlı kullandığı ünlü fotoğraflarından bir tanesi. İnsan bu fotoğraflara bakarken, çekim açısını ve konumlandırmayı merak etmeden duramıyor. Ve fotoğraflar yakından incelendiğinde şaşkınlığınız bir kat daha artıyor. Fotoğgraflardaki cözünürlük çok yüksek. En küçük ayrıntıyı bile farketmemek imkansız!!










Tüm bunlardan başka her sanatta olduğu gibi bu fotoğraflarında altında yatan bir felsefe var. Andreas Gursky'nin yola çıktığı bu felsefe ise 'Zeitgeist' yani "Zamanın Ruhu". Bu felsefe de gerçeklik ve kurmacanın elele olduğgu görüşü hakim ve savunucularına gore zamanın bir ruhu var. Etraflıca düşününce ne kadar doğru ve ne kadar ürkütücü geliyor insana değil mi!















Benim kendi gozlemim ve cikardigim ozet su Andreas Gursky den, daha dogrusu onun tarzini kisaca tanimla deseler (kim diyecekse bunu :) şöyle söylerdim herhalde: " Alabildiğine plaj, alabildiğine gokyüzü, alabildiğine yol, alabildiğine bina, alabildiğine insan, alabildiğine zaman"...













Istanbul Modern hem bastan aşağı sanat hem de baştan ayağa tasarım barındıran bir mekan -müze.. Her gidişimde çok keyif alıyorum.. Bu sefer " Tasarım Kentleri" ve "İğne Deliğgi Fotoğraflarıi" sergilerini gezme imkanı buldum. Ama anladımki fotoğraf sanatı ilgimi herşeyden cok cezbetmekte çünkü sergileri dolaştıktan sonra yine kendimi Ist. Modern'in kütüphanesinde Andreas Gursky'nin eserlerini incelerken buldum :)











Bir de soylemeden edemeyecegim, İstanbul Modern bu tasarım işini bir adım ileriye götürmüş ve tualetlerinde bile bu çizgiyi devam ettirmiş. Gittiğim her ev her mekan herrr yerde önem verdiğim şeylerin başında gelen tualet temizliği burada görüntüyle birleşmiş.. Tek can sıkıcı durum müzede, klasik müze yasağı, fotograf cekip kayit yapamamaniz, 'zamanın ruhu' nu hapsedememeniz....

28 Temmuz 2008 Pazartesi

Allahım Sen Bizi Koru!

" ‘Hava almak için’ uçağın kapısını açmaya kalktılar

YUNANİSTAN’DAN İngiltere’ye giden bir yolcu uçağı, 2 sarhoş kadının uçağın kapısını açmaya kalkması üzerine Almanya’ya acil iniş yaptı.İki İngiliz kadın, hosteslerin kendilerine bir süre sonra içki vermeyi reddetmeleriyle saldırganlaştı. HOSTESLER, kadınların uçağa soktukları içkiyi içmesine de izin vermedi. Bunun üzerine kadınlar, bir yolcuya votka şişesiyle vurmaya çalıştı. 2 kadın yolcu, “hava almak için” de 10 bin metre yükseklikteki uçağın bir kapısını açmaya kalkışınca uçak Frankfurt’a acil iniş yaptı "


Koptum kop-tum!!! Milliyette bu haberi bana okunca kardeşim yerlere yattım. Bak sen şu hatunlara:)))) Olay bir Türk erkeğinin yapacağı hadiseye çok benziyor fakat, komşu Yunanistanın hatunları yapıyor.. Kendini business yolcusu sanan Angelika ve Akbar hosteslerden içki istedi "bana ordan bir uzo kap çıtır tavuk, hadi bakiim, ela ela". Bu çirkin seslenişe aldırmayan hostesler, kadınları göz hapsine aldılar. Ve fakat Angelika çantasından çıkardığı 20 dakika önce free shoptan aldığı -15 euro bayıldığı- Absolute vodkayı -mangolu- kafaya dikti. Akbar ile birbirinin elinden çeke çeke ve "önce ben" diye içkiyi kapışan kadınlar, hosteslerin uyarısıyla çığrından çıktılar. Kafaları iyice güzelleşen yunanlar, sıcak basınca uçağın acil çıkış kapısında buldular kendilerini. Bir iki ittirivermeyle kolayca açılan kapıdan bacaklarını sarkıtarak oturan Angelika ve Akbar, ciyak ciyak bağırarak " aşka yürek gerek anlasana" şarkısını düet şeklinde söylediler. Paragliding için irtifanın kendilerine fazla geldiğini düşünerek yeniden koltuklarına dönen kadınları atmak için uçak zorunlu iniş yaptı. Uçaktan sallana sallana inen Angelika ve Akbar'ı kocaları Mikis ve Theodorakis sevinçle karşıladı, havaalanından meyhaneye yönelen çiftler mutlu bir gün geçirdiler.

18 Temmuz 2008 Cuma

A Memo Burası New York Amerika...

Amerikalılar gerçekten çok garip insanlar..Belki garip demek yanlı bir seçim olmuş olabilir, demek istediğim aslen "değişik"... 2005 yazında birkaç aylığına Boston ' a gitmiştim ve kaldığım okul uluslararası bir programa ev sahipliği yaptığından arkadaşlarım İspanya, Ürdün, Çin, Japonya, Venezuella, Ekvador, İtalya gibi türlü ülkelerdendi. Genel vardığım kanı Avrupalılara çok benzediğimizdi; yani hem tavır, hem de alışkanlıklar açısından.. Üstelik İspanyollara tip olarak çok benzediğimiz için her sabah aynı olay geliyordu başıma.. Sabah Newton'da okul servisi bekliyoruz İspanyol biri yanıma yaklaşıp "Hola!" der ve sonra " blablablabla..." diye İspanyolca konuşurdu, filmlerde olur ya bir türlü lafı kesip araya girip söyleyemezsiniz diyeceğinizi, karşınızdaki heyecanla anlatmaya devam eder... Bu arada bu bahsettiğim kişiler yoldan geçenler değil okuldan arkadaşlarım!!! Yani her sabah format atıp hiç düşünmeden yanıma gelip bu kızın da milliyeti neydi diye düşünmeden başlarlardı konuşmaya. "Yahu" diyordum içimden "çığırıcam birgün 'Türk'üm ben Türk Türk!' "




Çok zevkli zamanlar geçirirken, bir yandan da Amerikalıları tanımaya başlıyorsunuz. Kültürleri inanılmaz farklı. Bir kere adamlar rahatlıktan ölecekler. Rahatlık derken yanlış anlaşılmasın, kurallara sıkı sıkıya bağlılar, devlete riayet etmemek gibi birşey olamaz ve fakat üstlerinde bir rahatlık, konuşmaları ("yumadafaka" demelerinden bahsetmiyoruz burda cıvımayalım:), giyimleri, tarzları, sanırsın hepsi meyhaneden çıkmış, dünya umurlarında değil! Bu rahatlığın verdiği getiri çok büyük, herhangi bir çekincesi olmayınca insanın, üstüne cahil cesareti geliyor, o cahil cesareti amatör şansını beraberinde getiriyor, bir de bakmışsın hayattan delicesine zevk alıyorsun. Güzel birşey...Elbette bunları getiren sosyo-ekonomik nedenler var, biz burda elektrik faturası düşünürken iş yapmaya çalışıyoruz, trafikte sürünürken 'ay sonunu nasıl getiririm'i hesaplamaya vakit buluyoruz. Herkes şanslı doğmuyor o kesin..



Neyse benim anlatacağım başka bir durum. Şimdi bu Amerikalılar dedik ya rahatlıktan nasiplerini epey bir almışlar diye, adamlarda para da var çalışma saati belli herşeyi yapmaya vakitleri güçleri ve takatleri var. Bunun yanısıra fazlasıyla bilmişler! Sürekli bir " how to" merakındalar. Yani hem "ben bunu iyi yapıyorum arkadaşım öğretirim de" hem de " ben bunu bir öğreneyim" diyorlar. Ama kendilerini internetin başından alamadıkları için herşeyi bilgisayar başında öğrenmeye çalışıyorlar, yiyecek içecek ev eşyası mobilya vb. her türlü tüketimi sanal ortamda hallediyorlar. E tabi dolayısıyla o ca'nım koltuklardan sadece elzem nedenler dolayısıyla kalktıkları içindir ki obeziteden muzdaripler! Zannediyorsunuzki, Amerika güzel hatun yakışıklı erkek dolu, ya tamam var onlardan da, ama yüzde doksanı adım attığında vücut sonra geliyor, insanın önünden giden başka bir kitle olur mu ya?! Hadi oldu diyelim, bununla böylesine barışık da olunmazki! Neyse ya bana ne, yesin yesin otursunlar. Ben "how tos" konuma döneyim. İşte bu how to olayına bulaştım ucundan kıyısından, tamamen tesadüf eseri karşılaştığım bu site ki adresi şudur : http://www.expertvillage.com/ gayet güzel bilgiler barındıryor bünyesinde. konular kategorilere ayrılmış, ne ararsanız var; çocuk bakmaktan Djliğe,dikiş dikmekten bilgisayar programcılığına, mimarlıktan araba bakımına, yani aklınıza gelebilecek herşey! Salsa temel adımlarını öğretmişti Sirtaki hocam ( Cemal Hoca), ben de unutunca bir bakayım dedim ve Expert Village' a denk geldim. Bu olay geçen yıl olmuştu, ve dün haftasonu waffle yapayım acaba nasıl yapsam derken yeniden rastgeldim ve Karen Weisman adlı şirin bayandan waffle yapımını izledim bir süre. İnsan siteye girince çıkamıyor ve neden bunlar bu kadar şişmanlamış anlıyor:) Şahsen ben waffle ile başlayıp, sirtaki, zeybek, salsa, kaligrafi videoları derken en son kendimi yan flüte bakarken buldum ve abarttığımı düşünerek explorerı kapattım.

Sonuç olarak, yemek pişirme teknikleri gibi izleyince kapabileceğiniz durumlarda kullanmak faydalı olabilir. Bulaştırmak benden, sıyrılmak sizden...

büyükada günlüğü...

Yoğunluğumdan ve annemin deyimiyle boklu tavuk oluşumdan ( yerinde durmayıp sürekli gezen manasında) eve döndüğümde çok yorgun oluyorum ve bloga yazmak istediklerimi sürekli erteliyorum. Bir önceki yazıda geçen haftasonunu yazarken şimdi 2 hafta önceyi anlatacağım.



Kardeşimin İstanbul'a gelmesi dolayısıyla onu gezdirmek boynumuzun borcu oldu pıtırcıkla:) Yoksa ne elinden ne dilinden - duy beni Ataaaa:) İlla Büyükada'ya gitmek istedi, 2-3 yıl önce birlikte gitmiştik ve çok keyif almıştık, belli ki tadı damağında kalmış. Bostancı iskeleden vapurla mavi-yeşil manzaralar eşliğinde adaya geçtik. Baharla birlikte ada sezonu açılıyor ve yazın yürümenin zorlaştığı zamanlar bile oluyor. Gittiğimiz haftasonu da epey bir kalabalıktı. Karaya basar basmaz, bisiklet kiralamak için yer bakınmaya başladık. İkili bisiklette kısa sürede yeri öpeceğimizi anlayınca, tekil takılmaya karar veriyoruz. Önümüzde arkamızda faytonlar adayı bisikletle turlamaya başlıyoruz. Faytonları çok severim, artık adada fayton imal eden az usta varmış ve babadan oğula aktarılarak bu meslek devam ettiriliyormuş, yani hem yapımı hem de kullanımı açısından.. Ve fakat ne yalan söyleyeyim, atlar döke döke gittikleri için hem yollar çok pis hem de burnunuzun direğinin kırılması ihtimali çook yüksek!! Biz hiçbirşeyin keyfimizi bozmayacağına yemin etmiştik, ordan yırttık:)




Bisikletten yorulup, ikide bir mola isteyince bir yerde oturup soğuk birşeyler içelim dedik veee inerken Kahve Dünyası'na rast geldik. Muhteşem bir yerde konumlanmış, ada manzarası ayaklar altında! Daha önce oturmamıştım Kahve Dünyası'nda hiç. Adamlar o kadar makul tutmuşlar ki fiyatları, istediğiniz kadar lezzetli birşey gelmeyeceği fikri oluşuyor kafanızda önce. Ama hem sunum hem de tat olarak çok başarılılar, üstelik yer seçimleri de harika. Artık dikkatimi çekiyor gittiğim yerlerde; Eskişehir'de de eski, restore edilmiş değirmen formunda bir binayı "kapatmışlar" diyeceğim çünkü gerçekten burayı almak sandalye kapmaca kadar mantıklı ve üstüne etkileyici olmuş. Neyse, içecek olarak hep beraber limonata seçtik ve yanında dondurma istedik. Açıklama yapmadan fotoğraf koyuyorum top sizde:)









Bu arada dondurma demişken, adada açık
dondurmalar ilgi çekici külahlarla satılıyor
(biz kup aldık-ada dondurması gelecek bahara)...
Epey dinlendikten, bol fotoğraf çektikten sonra bisikletlerimizi teslim ettik. Bir dahaki sefere
ada yokuşlarında bu kadar yorulmamak için
faytonu tercih edeceğim şüphesiz...

14 Temmuz 2008 Pazartesi

Es-Es-Es-Ki-Ki-Ki-Eski-Eski-Es !!

Haftasonu yıldırım hızıyla çıkan bir kararla kendimizi Eskişehir'de bulduk pıtırcıkla. Yolculuğumuzu trenle yaptık, Haydarpaşa'dan son dakika bindiğimiz... Her işimiz nefes nefese yahu :) En son 11 yıl önce binmiştim trene ve o zamanda yolculuk Eskişehir'eydi. Ben görmeyeli TCDD inanılmaz hizmet anlayışı geliştirmiş, iç bayıcı kötü kokulu otobüs yerine çok daha güvenli olan trenler tercih edilmeli, kesin kararım budur...



İnince eşyalarımızı bırakıp yemek yedik ve bir arkadaşın düğününe katıldık. Düğünde erkek tarafında Çerkezlik olduğunu öğrenmemiz fazla vakit almadı çünkü dans pistinde ne mastika duyuluyordu ne de çiftelli oynanıyordu. Akordion eşliğinde bir erkek ve bir kadın dans ediyorlar ve sırayla yer değiştiriyorlar, sonradan öğreniyoruz burada dans edenler bekarmış. Bu uygulama bana klasik Türk düğünlerinde bekar genç kızların yaptığı heyecanı hatırlattı. Belki hayırlı bir kısmet buluruz düşüncesi yani:) Ama bak millet pratiğe bile geçirmiş zaman kaybetmeyip...



Kısa bir video kaydı yaptım bloga eklemek için... Düğün sonrası Eskişehir'in Laila'sı (en sevmediğim betimlerdendir) Bu -Da ' ya gittik. Mekan gayet şenlikliydi, yaz zamanı sadece yaz okuluna kalanlar olduğundan kalabalık hali bu değilmiş!!








Sabah kahvaltı sonrası, kısa bir Eskişehir turu yaptık arabayla. Şehirde eski görünümlü binalar restore edilmeye başlanmış ve üstüne de rengarenk boyanmış, arabadan ancak bu fotoğrafı yakalayabildim.











Sonrasında Safranbolu evlerine benzer şekilde restorasyonları yapılmış bir sokağa girdik ve az ilerde"Osmanlı Evi"nde durduk. Buranın "çörek otlu Türk kahvesi" nin meşhur olduğunu duyunca yeni birşey deneyecek olmanın heyecanıyla gözlerim ışıldadı. Kahvenin köpüğü ve rengi klasik kahveden biraz farklı ve tadı tamamen değişik... Aromalı Türk kahvesi denebilir bir nevi...





Ve geri dönme zamanı....Demiş ya Yahya Kemal "Ankara'nın, İstanbul' a dönüşü güzel" diye, ben her yer için bunu hissediyorum, İzmir için bile... Yeterki İstanbul'a dönmek olsun..Bu şehir başka, havasında büyü, büyüsünde kokular...Haydarpaşa'da inince birkaç fotoğraf çekildik, sonrasında özlediğim Kadıköy'üme yöneldik. Bahariye ' ye çıkarken Rexx Sineması yokuşuna gelmeden "Zehra Kafe" ye girdik. İçeriye adım attığınız an görebiliyorsunuz dekorasyona verilen önemi...Şirinden öte şık bir yer burası, ama bir o kadar rahat kılabiliyor insanı... Menüden ben "mickey" isimli meyve kokteylini seçtim, içinde çikolata sosu var diye tabi...Pıtırcık ise servis elemanının önerdiği "günün süprizi"ni seçti... Ben süprizleri çok severim ama içinde çikolata sosu olup olmadığını bilmediğim için bu riski alamazdım. Ve fakat kokteyler gelince bir "ah" çektim :)) Çünkü pıtırcığımın kokteyli 3 renkti benimki ise çikolata yüzünden sütlü kahve:) Tadı derseniz gökkuşağının, o da muhteşem:) Burada kullanabileceğimiz hamiş şu olabilir: Süprizlerden kaçmamalıyız. Onları sevmeliyiz. Kötü davranmamalıyız. Cümle içinde kullanırsak... Süpriz ne güzel ne güzel! (Nida) Bu arada Zehra'nın yer karoları çok özel. Türkiye ' de bunu yapan sadece iki kişi kalmış, since its "hand made"!! Sevdiğim bir yer olmasına karşın, bir dezavantajı olduğunu düşünüyorum buranın... Biracık basık ve karanlıkta kalıyor sanki, ya yeri dolasıyla ya da aydınlatma yetersiz...O yüzden her ne kadar içerideki bordo deri koltuklar cazip gelse de, girişteki açık alanda oturmak yararlı diye fikrimi beyan etmek isterim.. http://www.zehracafe.com/


Haftasonu kaçamaklarını çok seviyorum... Tam bir terapi---re-hub!

p.s. Bu yazı Eskişehirspor' a özel kırmızı-siyah yazılmıştır! :)

8 Temmuz 2008 Salı

Elektronik Sertifika Programı (E-sertifika)

















Anadolu Üniversitesi böyle bir uygulama başlatmış. (http://e-sertifika.anadolu.edu.tr/)
Elektronik ortamda ders takibi yaparak sertifika sahibi olabileceğiniz programlar hazırlamış. Ve alanları da gayet cazip... Derslere, alıştırmalara ve kitaplara elektronik ortamdan ulaşabiliyorsunuz ve fakat derslerin bittiği 6 ayın sonunda sertifikayı alabilmek için kalkıp ortak sınav alanına gidiyorsunuz --dediysek o kadar da elektronik değil herhal:)



Benim seçtiğim program "Pazarlama" başlığına sahip ve içindeki dersler şöyle;

*Pazarlama Yönetimi

*Tüketici Davranışları

*Kişisel Satış ve Satış Yönetimi



Henüz dersleri internetten takip etme olanağı bulamadım, sabah otobüste giderken kitabı okuyup alıştırmaları çözüyorum. Konular çok zevkli ve hayatın içinden örneklerle süslü olduğu için, çabucak akıyor sayfalar ama sınavda çıkacak ak ve kara :)




Yerimde duramıyorum, ne zamandır istediğim MBA için henüz zaman ayırabilmiş araştıma yapabilmiş değilim.. Bu beni bir süreliğine de olsa oyalayacaktır....

Bu arada programlar üniversite dönemleri gibi güz-bahar ve yaz olarak ayrılmış bulunmakta ve kayıt tarihleri konusunda fazlasıyla netler.. Kaçırdığınız zaman 6 ay daha beklemeniz gerekmekte...Should know.....

5 Temmuz 2008 Cumartesi

neler yapıyormuşum ? ?



İlk defa hayatımda herşeyin düzende gittiğini ve en önemlisi yapmak istediğim
şeylerin maksimumunu olmasa da çok yakın bir oranını yaptığımı hissediyorum.
İnsanın kafası aile, ev, iş, arkadaşlar konusunda rahat olunca geriye yapacak
ne çok zzzevkklliii iş kalıyormuş meğer!







Bir potpuri yapayım şu sıralar neler yaptığıma dair... Geçen hafta bilindiği üzere İskoçyalı grup Travis ilk defa İstanbul' a geldi. Konser Parkorman'daydı. Parkorman çok güzel bir yer, sadece ortam için buradaki konserlere gidilebilir diye düşünüyorum, iyi sanatçıları izlemek cabası yani bu işin. Gece gayet güzel geçti, 2003 Placebo konseriyle elbetteki boy ölçüşemez ve fakat dedim ya eğlenceli bir geceydi. Solistin şirinliğiyle kotarır bu grup:)




Elbette Parkorman aktivitelerini ıskalamayıp tramplende bulduk kendimizi. Midenin havada olması çok zevkli iç gıdıklayan bir his. Ve ilk defa denediğim aktivite ise duvar tırmanışı oldu. Küçükten beri deretepebayır koşup tırmandığım için babam bana keçi derdi ve hatta hala...Ama anladımki o işler eğimliye değil dike çıkmakla oluyormuş, ne keçisi yahu bildiğin hımbıl kaldım ben! İlk 3 adımdan sonra gücümü topluyorum elimi sıkıştırıyorum renkli taşlara ama kalkamıyorum:) Üstelik aşağıdaki çocuk bağırıyor "korkma ipe bağlısın, ben tutuyorum" diye ama insan o saniye kimseye güvenemiyor, sanki düşecekmişsin de kaşgözkafa yarılacakmış gibi... İçimden diyorum "ayıp sana bu ne böyle el kadar duvara tırmanamıyorsun" ve fakat bu düşüncenin aklımdan çıkması saniyeler sürmüyor, yeniden içimde bir vesveseyle tıkanıp aşağıya bakıyorum, sanki dersin Mission Impossible'da o kayalara tırmanan Tom Cruise değil de benim.. bu görüntünün video linkini buraya koymalıyım




( Youtube'u kapatan akılcı zihniyete inat http://www.ktunnel.com/ adresinden "browse" diyerek istediğimiz videoyu izleyebiliyoruz)





Ve gezintiden ara bulup evde oturduğum kısa zamanların birinde pıtırcık ve ona eşlik eden kardeşim bana kahvaltı hazırlamışlar, hem de tam ağız sulandıran cinsten.


Bol geometrik gıdalar vardı kahvaltımızda: daire zeytin,üzüm,domates, kiraz; yamuk kavun; uzun kenarı fazla uzun dikdörgen dil peyniri; amorf krem peynir....








Kahvaltıda en sevdiğim şey tatlı birşeyler atıştırmak.. Bu seferkinde muffin düştü şansıma, içi çilek marmelatlısından... Ofluoğlu Pastanesinde satılan bu muffinlerin asıl bomba olanları vişnelisi...










2 haftadır akşamları da evde oturmaya zaman bulduğumdan sohbet esnasında pıtırcığın getirdiği, üzerinde Köln'ün simgesi Dom kilisesi olan puzzle yapmakla uğraşıyorum. Fotoğraf süper dışardan bakınca, ama pıtırcığın daha önce hiç puzzle yapmadığı seçiminden belli. Çünkü fotoğrafta renkler ve detay az ise tüm parçalar birbirine benziyor, yakalayacağınız ayrıntı yok.. Ve fakat bu ruh pes etmedi ve önce çerçeveyi yaparak başladım, gerisi Allah Kerim....

1 Temmuz 2008 Salı

klor kokusu & nivea sun sprey...evet!!! tatilim geldi...



Garip bir şekilde vücudumdan sinyaller almaya başladım bikaç zamandır. Ofiste arkadaşlarla birlikteyken bir anda Jean Baptiste Grenouille (bknz. "koku" kitabı-Patrick Suskind) olup sırayla kokluyorum herkesi. Birilerinden güneş kremi kokusu alıyorum, hem de öyle genel bir krem kokusu değil bildiğimiz Nivea sun sprey, bak elle de sürmeyeceksin illa serpeceksin şöyle püfür püfür, arada kum da yapışır sırtına:))





Ve bunla kalsa iyi, tam diyorum birinin kokusunu benzettim herhalde, arkadaşlar da yatıştığımı düşündüğü an burnuma efil efil havuz kokusu geliyor, klor bu yahu, sabah havuza atılıp, burnu yakan cinsten. İnanılmaz..z...z... Sakin, diyorum kendime, geçecek , öyle birşey yok diyorum ama hayır geliyor işte.. Vücut anlamış , psikoloji oturmuş, her ikisi de biliyor şehirden çıkamayacağını, o yüzden deniz değilde havuz kokusu alıyor, belki iki koklasa birkaç sprey kokusu, gözünün önünden bir bikini geçirsek anlayacak ne demek istediğimizi diyor herhalde organlar. Elif Şafak 'ın parmak kadınları gibi benim de organlar çalışıyor duraksız. 5 duyum heran 6. hissimin aklını çelebilirler...





Farkettim bir zamandır geldiğini tatilimin ama birkaç hafta sonuyla geçiştirebilirim sanmıştım. Yemedi:) Kısa zamanda pıtırcıkla bir organizasyon yapmalıyız işlerimizi ayarlayıp.. Elime kitabımı alıp uzanmak istiyorum ama bir havuz kenarında değil mümkünse Ege denizinde... Bu arada kitap demişken, yılın başında hani yolda çevirdikleri, telefonla rahatsız ettikleri tüm ünlülere sorarlar ya, bu yılın en iyi çıkış yapan sanatçısı kimdi ve çeşnisi sorular.. İşte o sorulardan biri dikkatimi çekmişti " bu yıl okuduğunuz en iyi kitap neydi" olmadı :) "en iyi kitap" nedir yahu? rekor kırmadı herhalde bu kitaplar,"en beğendiğiniz" diyelim bari..İşte cevapları hemen orana vurdum ve sonuç İhsan oktay Anar'ın "Suskunlar"açık ara farkla önde gittiğiydi. Kitaba başladığım gün ilk 50 sayfayı (ki sondan başlandığı görülmemiştir) su gibi içiverdim, akıcı anlatım ve ilginç -gerçektenn- betimlemeleriyle zannediyorumki aklımı çeldi ve-e-e "benim yazarlarım"a bir kişi daha eklendi. yups!!!




PEP TAPAS vs. JUKE BOX


2 yeni (benim için öyle)mekandan bahsedeceğim. İkisi de Maslak İstinye Park'ta. Biri bir köşede, öteki öbür.. Ama gel görki aralarındaki fark dağlar kadar..



İlk mekan "Pep Tapas" adlı İspanyol restorantı. İç kısım gayet özenle düzenlenmiş, dekorlarda siyah dantel çizgiler hakim ve aksesuarlarda flamenko izleri bulmak mümkün. Kapıdan içeri girer girmez şu hissi alıyorsunuz: hani bazı mağazalara bakarsınız dışarıdan ama içerideki satıcı sizi rahat bırakmayacak gibi göründüğünden girmekten vazgeçersiniz ya, işte biz Tapas' a girmiş bulunduk! Yaklaşık 5 dakikada bir ne istediğimizi sordukları gibi, sadece içecek alacağımızı söylememize rağmen, inatla yemek önerisinde bulundular. İçecek talebimizle servisin son bulacağına iyice kanaat getirdiklerinde bozulmaları da cabası.. Şimdi bazı mekanlar vardır, dışarıdan baktığınızda dersiniz yemek mekanı sadece birşeyler içmek için girilmez, ve fakat "Pep Tapas" ın onlardan biri olmadığı çok açık...



Diğer mekan ise Tapas'tan ilerlediğimizde Alman dondurma firması (Yarabbi ne kızmışım Almanlara bu nasıl içerleme nasıl bir kinli yazı yazma şeklidir, yenmeyeceklerdi bizi, böyle kaybederler işte kupayı, matadorlara kaptırılar avrupa birinciliğini) "Haagen Dazs"ın hemen karşısında kalan "Juke Box". İçeri girerken sizi mekanın işletmecisi olduğunu tahmin ettiğimiz bir bey ve bayan karşılıyor, sizi sürekli göz hapsinde tutuyorlar ve fakat bunun satış için değil ihtiyacınızın hemen karşılanmasıyla ilgili olduğunu anlıyorsunuz. Aslına bakarsanız yapılan şey aynı, ikisi de ilgilenmek,aynı eylem ama tarz değişince bütün sempati oranı değişiyor. Neyse.. Juke Box'ın içi bildiğiniz festival alanı, her taraftan ipler balonlar sarkıyor, her taraf gökkuşağı... İlla değişik birşey deneyeceğiz ya,diyoruzki akdeniz lokumu alalım (ocean delight). Kendisi yağda kızartılmış yengeç eti olmakla beraber, bu aperatif gelince ağzımı açıkta bırakıyor; görüntü dikkatli bakmayınca bildiğiniz tavuk baget fakat yemek için tutacağınız yer yengecin kıskaçları:)) Yanlız eti inanılmaz lezzetli...Vallahi açlıktan değildi öylesine beğenmem, yapılacak listesine dahil etmenizi şiddetle öneriyorum ve elbette Juke Box ' ı da....

30 Haziran 2008 Pazartesi

Romantik-1

geceleri uyuyamıyorum..bekliyorum ki babam gelsin odaya. o, inşaatın başında beklerken, biz yağmurlu Marmaris günlerini otel odasında geçiriyoruz. kardeşimle arada lobiye inip karnında ur olan, ama bunu öğrenene kadar peşinden ayrılmayıp "şişko şişko" diye seslendiğimiz -sonrasında onun için çok üzüleceğimiz-kediyi seviyoruz. Ordan oraya koşuyoruz. Bar sandalyeleri ilgimizi çekiyor, yumuşak koltuklardansa...

sabahları kahvaltı için cam fanusu anımsatan terasa çıkıyoruz. yağmur yağınca daha bir keyifli oluyor. yalnız olsam bu damla seslerinden ürkeceğimi düşünüyorum...her sabah kahvaltıyı terasta yapıyoruz. heyecanlanıyorum akşam yatarken sabahki kahvaltıyı düşününce. kahvaltıda sütlü kahve içiyoruz annemle. evde olsak annem izin vermiyor zararlı diye. ancak bazı geceler üstünde sarı çiçekler olan fincaların içinde süte kahve oranı 10/1 olan kahveli sütümüzü getiriyor..mutluluktan şaşırıyoruz..hemen bir oyun üretiyoruz eşlik etsin diye kahve keyfimize..halının üstünde oyun oynarken, Ata'yı ne kadar çok sevdiğimi düşünüyorum, sonra annemlere kayıyor gözüm, bizi izliyorlar pürdikkat ve gülümseyerek...içim şımarıyor mutluluğumuzu düşündükçe...

26 Haziran 2008 Perşembe

Düşeşim..düşeşsin..düşeş....

Tavla oynarken bazen öyle bir olurki, oyunun başından sonuna sen çabalarsın; açık verirsin, vurursun, geri döndürürsün, kendin vurulursun, kısaca yenilme pahasına da olsa risk alırsın. Tam herşey bitti oyunu alıyorum derken, tek bir taşını vurup seni kendi tarafına çeken rakip, oyunu bir hışımla kazanır sen de zarlara bakakalırsın. Dün Almanya ile oynadığımız yarı final maçı bana tam da bu tarz tavla oyunlarını hatırlattı. Onlar o sahada uçarcasına oynarken, içimden hep kazanırsak küçüğüyle büyüğüyle nasıl delicesine bir sevinç yaşayacağımız geçti.



Cem Yılmaz, bu aralar yoğunlaştığı filmin setinden maça gelemediği için millilere seslenmiş ve 6 dakikalık bir güldürü bombardımanını onlara göndermiş. Maç öncesi bunu izleyerek kahkahalar atan oyuncular, her ne kadar istemeseler de, son golü yiyerek bizi üzdüler. Ekranda görünen cumhurbaşkanından, tiyatroculara herkesin yüzü asıldı. Kazanmayı hakettiğimizi bile bile son saniye golüyle mars olmak bize yakışmadı galiba. O muhteşem performansın getirisi bu olmamalıydı çünkü finale oynayan takım bizdik.



Yine de demek istiyorum, yine de tüylerimiz diken diken oldu onları ve o coşkularını izlerken. Hepsine ayrı ayrı teşekkür ediyoruz. Sayelerinde bir kez daha anladımki, biz herşeyiz...Herşeyi başarma gücü var bu millette...Herkeste olduğu gibi, iyimiz var kötümüz var, doğrularımız ve yanlışlarımız..Ama bir bütünüz ve hep öyle kalacağız...


Notte: http://www.dosya.cc/Helldorado-ADrinkingSong_4.mp3.html adresinden marşa çevrilen şarkının orjinalini indirebilirsiniz. 2010 dünya kupasına kadar heyecan kesmek yokkkk!!!

16 Haziran 2008 Pazartesi

var mı buzz şerbet gibisi??...

Birkaç zamandır taktığım bir içecek şerbet... Ve ne kısmetse gittiğim restoranlarda da denk geliyorum(belki algıda seçiciliktir, önceden hiç dikkatimi çekmezdi) Yanlız her içtiğim yerde enteresan bir şekilde farklı tat alıyorum:)








Vakti zamanında Osmanlı Devleti'nde meşhur bir içecekmiş şerbet. Kışın boza içerlerken insanlar, yazın şerbet ve hoşaf tercih edilirmiş. Envai çeşidi varmış ; en makbul olanı ise gül yapraklarıylayapılan gül şerbeti ve baharat ağırlıklı olan " demirhindi" şerbeti imiş. "Helvahane" de hazırlanan şerbetlerin sunumu fincanda ya da kasede yapılırmış. Padişahlara sunulurken ise gümüş kase veyahut hindistan cevizi kabuğu tercih edilirmiş.




Bilirsiniz, kanımızda var bizim eleştirmek, hamurumuz isyanla yoğrulmuş sanki. Derler ya, unuttuğumuz değerler çok diye, bunu o tadlara ekleyebiliriz belki.




Denemek isterseniz, "Konyalı" da (Kanyon'daki olağanüstü)arka planda kanun sesleriyle (canlı müzik) mest olmuş bir halde şerbetinizi içebilirsiniz. Aynı şekilde adı "izzet-i ikram" anlamı taşıyan "Mekreme"de demirhindi şerbetini deneyebilirsiniz. Özel bir tat olduğuna kuşku yok.
Son söz, evde yapacaklar için müzik önerim ise kesinlikle Kudsi Erguner olacaktır....